"Ne Ay, ne Güneş varmış,
insanlar uçarlarmış.
"Uçanlar ısı verir, ışıklar saçarlarmış..."
Türk - Altay Efsanesinden
1. GÜNEŞ
Türk mitolojisinde güneş, önceleri daha büyük bir öneme sahipti. M.S. 763 de
Uygurlar "Mani" mezhebini kabul edince, yavaş yavaş "Ay"da büyük bir önem
kazanmağa başlamıştı. Bununla beraber Büyük Hun Devleti zamanında hem
güneşe, hem de aya, ayrı ayrı saygı gösterildikten sonra, kurbanlar
kesildiğini de biliyoruz. "Türklerde güneş doğunun, ay da batının sembolü
idiler". Tabiî olarak zaman zaman, bütün bu düşünce düzenleri değişe
durmuşlardı. Meselâ, Teleüt Türklerine ait bir efsane de, "Ay kuzeyin ve
güneş de, güneyin sembolü idiler". Bu yönleme, göğün en üst katında duran
"Gök kartalı"nın duruşuna göre yapılmıştı. Söylendiğine göre, "Bu kartalın
sol kanadı ayı, sağ kanadı da güneşi örtüyordu". Bu duruma göre kartalın
başının doğuya bakması gerekiyordu. Bu duruş da, Türk mitolojisine uygun bir
yönleme idi. Yine aynı efsaneye göre ay, karanlıklar ve geceler diyarı olan
kuzeyin; güneş de aydınlığın hüküm sürdüğü ve gündüzler diyarı olan güneyin
sembolü idiler.
Fakat eski Türklerde, "Güneş doğunun sembolü idi". Onlara göre
güneşin doğduğu yön, çok önemli idi. Esasen yönlerin söylenişinde kullanılan
deyimler de hep güneşle ilgili idiler. Meselâ "Gün batısı" "Gün
doğusu" gibi. Göktürkler, yönlerini tayin ederlerken, yüzlerini doğuya,
yani güneşin doğduğu yöne dönerlerdi. Bunun için de doğuya "İlgerü", yani "İleri"
demişlerdi. Oğuz Destanı'nda da, sabaha, tan ağırmasına ve gün çıkmasına
büyük bir önem verilmişti. "Bütün hayat, o gün ve güneşle başlıyordu.
Güneş battıktan sonra ise, her şey duruyordu". Böyle bir anlayış, atlı
Türkler ve savaş düzeninde yaşayan kavimler için, normal görülmelidir. Altay
bölgesinde yaşayan Türk Şamanlarının kapıları da, daima doğuya açılıyordu.
Halbuki normal olarak Türk halkları, güneş görebilmeleri için, kapılarını
güneye açarlardı. Görülüyor ki, dinî ve manevî bir görevi olan Şaman, bu
umumî kaideyi bozuyor ve eski din düzenine uyuyordu. Gerek Yakut Türklerinde
ve gerekse Altay yaratılış destanlarında, "Cennet ile hayat ağacı da doğu
bölgelerinde bulunuyorlardı".
Türklerde genel olarak, "Güneş-Ana" ve "Ay-Baba" deyimleri
kullanılıyordu. Bu sebeple bütün masal ve efsanelerde, güneşin dişi ve ayın
de erkek olarak rol oynadığını görüyoruz. Önasya kültürlerinde de, güneş
dişi ve ay da erkekti. Tabiî olarak karşılıklı tesirlerin ne zaman meydana
geldiğini kestirmek çok güçtür. Mısır'daki Türklerin menşei ile ilgili
olarak anlatılan efsanede de, "Güneş, Saratan burcuna girdiği bir sırada,
suyu ve toprağı ısıtmağa başlıyor. Bu sular ile balçıklar bir mağarada
toplanıyorlar ve mağara da, onlara bir ana rahmi vazifesi görüyor. Bu
balçıklardan meydana gelen Türklerin ilk atası da, Ay-Ata adını alıyor".
Burada da güneş, yine anne rolünü oynar gibidir. Fakat baba ortada yoktur.
Yakut Türkleri, ay ile güneşi iki ayrılmaz kardeş gibi kabul ediyorlardı.
Onlara göre "Güneş Tanrısı" (Kün-Toyon) daha önemli idi. Yakut
efsanelerinde, "Ay ile güneşin aralarında kavga ettiklerini de görüyoruz.
Büyük kahramanlar ve iyi insanlar, genel olarak ay ile güneşin himayesinde
idiler. Kötü ruhlar ise onlarla, süresiz olarak savaş halinde idiler. Bu
kötü ruhların bazan, güneşi kovalayıp yakaladıkları da oluyordu. Güneş
tutulması olayı, böyle kötü ruhların güneşi mağlûp edip de, ele geçirdikleri
zaman meydana geliyordu. Yakutlar, ay ve güneş bayramını da ilkbaharda
yaparlardı".
Altay Türklerine göre, "Büyük Tanrı Ülgen, ay ile güneşe dokunan bir
dağda otururdu. (Bazı hikayelere göre ise) Tanrı Ülgen, ay ile güneşin daha
da ötelerinde idi. onun tahtı, çok uzaklardaki yıldızlar üzerinde
kurulmuştu. Esasen, ay ve güneşi yaratan da, yine Tanrı Ülgen idi. (Altay
Türklerine göre), güneşin kırıntılarından meydana gelmiş ve insanlara daima
iyilik getiren, bir Tanrı da vardı. Bu Tanrının adı, "Suyla" idi. Bu Tanrı
insanları daima korur ve onların, gök altında rahat ve huzur içinde
yaşamalarını sağlardı.
"Güneşin oluşu" ile ilgili efsaneler:
Aşağıda özet olarak vereceğimiz bir Altay efsanesi, yine Altay Türklerinin
"Türeyiş" efsaneleri ile yakından ilgilidir. Altay türeyiş efsanelerinde de,
önceleri sonsuz bir denizden başka bir şey yoktu. Aşağıdaki efsaneye göre
ise, ay ile güneş bir ayna (Toli) dan başka bir şey değil idiler. Cengiz
Han'ın en küçük oğlunun adı da "Toluy", yani "Ayna" idi. Bu inanışa göre,
"Ay ile güneşin kendi kendilerine, sahip oldukları bir güç veya kudretleri
yoktu. Bunlar, yalnızca Tanrı'nın verdiği ışık ve sıcaklığı yansıtmaktan
başka, bir iş yapmıyorlardı. Nihayet bir maden parçası olan aynadan başka
bir şey değil idiler. Bu sebeple, Şamanların ayna ile fala bakmalarını, bu
inanışlarla ilgili görenler olmuştur. Şamanlara göre, dünyada ne olmuş ve ne
olacaksa, her şey ve her olay, bu aynaya vururdu. Tabiî olarak Şaman'ın
elindeki ayna da, ay ile güneşin bir sembolü idi. şaman, elindeki bu güneşe
bakarak falını açar ve gelecek hakkında fikirlerini söylerdi.
Batı Sibirya kavimlerinden Ostyak'lar ise, ellerine bir ayna bile almağa
lüzum görmeden güneşe ve üzerindeki lekelere bakarak fallarını açarlardı.
Şamanlar elbiselerinin üzerinde, ay ile güneşin resimleri bulunan madenî
pilâkalar da taşırlardı. Bunlar da hep, fal açma ve sihir yapmağa yarayan,
aynı zamanda ayna yerine de geçen aletlerdi. Artık bu eşyaların nevileri,
Şaman'ın zenginliğine ve büyüklüğüne göre değişirdi. Yanlarında yerli
aynalar taşıyan Şamanlar olduğu gibi; Çin'den getirilmiş ve üzerinde,
gökteki "Oniki burcun" resimleri bulunan ithal mallarına sahip olan Şamanlar
da vardı. Güneşin oluşu ile ilgili Altay efsanesi şöyledir:
"Ne ay, ne güneş
varmış, insanlar uçarlarmış,
"Uçanlar ısı verir, ışıklar saçarlarmış.
"Nasıl olmuşsa birgün, bir insan hastalanmış,
"Tanrı bir şey göndermiş göğün içinde yanmış.
"Aynaya benzer şeyler, büyümüş büyümüşler,
"Onların ışıkları, gökleri bürümüşler.
"Bunlar göklerde yanan, ayla güneş olmuşlar,
"Yeryüzünde yaşayan, insana eş olmuşlar".
Altay Türklerinin
yukarıdaki efsanelerini, Kalmuk'lar biraz daha değiştirerek, şöyle
anlatırlar:
"İnsanoğlu yaşarmış,
Tanrı'nın göklerinde,
"Ne suç ne günah varmış insanın köklerinde.
"İhtiyaç duymazlarmış, ne ay, ne de güneşe,
"Tanrıyla yaşarlarmış yokmuş gerek bir eşe.
"Tanrı onlara kızmış, insana şekil vermiş,
"Dünyaya gidin demiş yeryüzüne göndermiş.
"Ne ısı, ne de sıcak, insan saçamaz olmuş,
"Tanrıya güneş için, insanoğlu yalvarmış,
"Tanrı güneşle aya, buyurmuş hep parlamış".
Türk mitolojisine göre, "Gökte
bir güneş ve bir tane de ay vardı". Kuzey-Doğu Asya ve Moğol'larına
gidildikçe, onların mitolojisinde, güneşin sayıları daha da çoğalır. Bu,
daha ziyade Budizm'in ve Güney Asya kültürlerinin tesiri ile meydana gelmiş
bir inanç olmalıdır. Meselâ, Çin mitolojisine göre 10 ve Hint mitolojisine
göre 7 güneş vardı. Asya'nın kuzey-doğu uçlarında yaşayan iptidaî kavimler,
önceleri genel olarak "Üç güneş" in var olduğuna inanırlardı. Bu bölgede
yaşayan Gold'lara ait bir efsaneyi burada vermeden geçemeyeceğiz:
Yer ile gök imişler,
ta ezelden akraba,
Ayla güneş demişler: "Ah bunlar da ne kaba!"
Hücum edip almışlar, ayla güneşi gökten,
Yerde zindan yapmışlar hapse koymuşlar kökten.
Zalimmiş yer nedense, onları hep ezermiş,
İyi kalpli gök ise, kendini hep üzermiş.
Gök hemen kirpi olmuş, göklerden yere inmiş,
Yerle bahse tutuşmuş, bahiste yeri yenmiş.
Demiş: "Bana bir at ver ayna gibi çok parlak,
"Yer aramış denemiş, mızrak at bulamamış,
Güneşle ayı vermiş, daha çok tutamamış.
Güneşin "sıcaklık" ve ayın
da "soğukluk" sembolü olması:
Altay
Türklerinde genel olarak güneş sıcağın ve ay da soğuğun sembolü olarak
görülür. İnsanların, gündüzleri sıcaktan yanarken; geceleri de soğuktan
üşümeleri, bu inanışın doğmasına yol açan en önemli sebeplerinden biri olsa
gerekti. Aşağıya özetini çıkardığımız efsane, Altay dağlarının kuzeyinde
yaşayan Teleüt Türkleri tarafından anlatılmıştır:
Yeryüzünde yaşarmış
büyük güçlü bir hakan,
Güzel bir kızı varmış, bayılırmı her bakan.
Hakan demiş: "Kızıma, lâyıktır ayla güneş,
"İnsanoğlu neyime, nasıl olsun ona eş!"
Almış kızını koymuş, küçük bir çöpten eve,
Ayla güneşi tutmuş, indirmiş gökten yere,
Ayın sabrı kesilmiş, az bakmış pencereden,
Yemekler buz kesilmiş, fırlamış tencereden.
Han'ın sözüne kanan, güneş kapıdan bakmış,
Gökyüzüne uzanan, alevler evi yakmış.
Hakan demiş: "Güneş ay, insanların neyine"
"Kendini bir insan say dön kızım sen evine!"
"Güneşin yaratılışını"
anlatan ikinci Altay efsanesinde de Budist tesirleri görebiliyoruz. Esasen
Hindulara göre de ay erkek ve güneş de dişi idi. bu efsane de öncekini
tamamlamaktadır. Anlatışta Budist tesirlerin açık olarak görülmesine rağmen
hikâye, Altaylıların inanç ve üslûpları ile erimiş ve yerli bir mitoloji
haline gelmiştir:
Bay Tanrı Oçirvani bir
gün bir ateş bulmuş,
Ateşi kılıcının, hemen ucuna koymuş.
Bu ateşi çevirmiş, kılıcının ucunda,
Güneş hemen belirmiş ta göklerin burcunda.
Soğuk sulara kızan, Tanrı kılıcı vurmuş,
Ay gibi topraklaşan, sular gökte ay olmuş.
2. AY
"Ay'ı kurtlar yakalar,
iyice bir yolarmış,
"Ay, eve gidip yatar, yarası kan dolarmış!..."
Türk - Altay Efsanesinden .
Ay - Dede ile Öksüz kız efsanesi:
İnsanoğlu parlak gecelerde aya bakmış ve aydaki lekeler üzerinde uzun
uzun düşünmüştü. Bu lekeler üzerinde hayal kuran insanlar, ayrıca onlar için
şiirler yazmış ve efsaneler de düzmüşlerdi. Bugün Avrupa'daki masallar bile,
ayda bir sırığın ucuna iki tane kova takmış bir kızın, yürüyüp durduğunu
anlatır dururlar. Ortaasya'daki efsaneler de, ay da sırıkla su taşıyan iki
kovalı bir kızın yürüdüğünden söz açarlar. Bu inanışın Avrupa'dan mı,
Ortaasya ve Sibirya ya; yoksa Sibirya'dan mı, Avrupa'ya gittiğini, şimdiden
kestirmek çok güçtür. Yalnız bir gerçek varsa, o da Sibirya'nın buzlu ve
karanlık Tundralarından, doğuda Bering boğazına ve hatta Amerika kıtasının
kuzeyindeki Alaska yerlilerine kadar, bu inanışın yayılmış olduğudur. Ne
olursa olsun, bu içli ve güzel masalın, Kuzey Sibirya'daki Yakut Türklerinde
söylenen iki değişik anlatılışını, burada özetlemeden geçemeyeceğiz.
Annesiz bir kız
varmış, su taşırmış sırıkla,
Geceleri ağlarmış, soğuktan hıçkırıkla:
"Ey güzel ay, ey kutsal, ne olursun beni al!
"Buraya gel suya dal, eş yap beni göğe Sal!"
Dermiş kız haykırırmış, hep aya yalvarırmış,
İmdada çağırırmış, sesi göğe varırmış.
Çok soğuk bir geceymiş kız yine suya gitmiş,
Ay da gece gökteymiş, kız için yere inmiş.
Ay hemen kızı almış, ta evine götürmüş,
Ay her dolun oldukça bu kız ay da görünmüş.
Yakut Türklerinde
anlatılan diğer değişik masalda, ayrıca bir de "Üvey anne" motifi ilâve
edilmiştir. Birinci masalda güneş yokken; burada ayın rakibi olarak ortaya
çıkmaktadır:
Annesiz bir kız
varmış, sırıkla su taşırmış,
Üvey anne yüzünden, kız sabrını taşırmış.
Kadın alayla dermiş, kız biraz geç kalınca:
"Büyük adam olursun, ay gün seni alınca!"
Kız gece suya gitmiş, dua etmiş gönlünce,
Ay hemen yere inmiş, kızı yerde görünce.
Kız saklanmış korkuyla, bir fundanın dibine,
Almış kızı fundayla, Ay götürmüş evine.
Ay - Dede ile Yedi başlı
devin savaşı:
Eski Türk
inanışlarına göre ay ile güneş, insanlara daima iyilik getiren ve onları
koruyan iki kutsal kudretti. Ay ile güneş insanoğlunu her zaman göz altında
bulundurur ve onları kötü yola sapmadan korurlardı. Aşağıdaki, Altay
Türklerinin anlattıkları masal da, bunun bir örneğidir:
Çok çok eski çağlarmış
büyükçe bir dev varmış,
Nice çok canlar almış, insanoğlu az kalmış.
İnsanlar toplanmışlar, ta Tanrıya varmışlar,
Kurtar bizi diyerek, Tanrıya yalvarmışlar.
Bu çok güç vazifeyi, Tanrı güneşe vermiş,
"Yakarım ben dünyayı, ay yapsın işi dermiş".
Ay dünyaya inerken, hava da çok soğukmuş,
Dev böğürtlen yer iken, ağaçla göğe uçmuş.
Ay gökte dolun iken dev ayda görünürmüş,
Böğürtlenini yerken, keçeye bürünürmüş.
Bu efsanede de görülüyor
ki, güneş sıcak, ay ise soğuktur. Ay her girdiği yeri soğutur ve hatta
soğuğu ile, güneşin bile yenemediği yenemediği kötü ruhları yenebilirdi.
Fakat ayın bu soğuğu insanlara zararlı değildi. İnsanlar ona karşı
kendilerini koruyabilirlerdi. Bundan önceki efsaneler de ay, öksüz kızı
götürürken ağacı da beraber almıştı. Burada da ağaç, devle beraber
götürülmüştür. Soğuk bölge Türkleri tarafından anlatılan bu masallarda, aya
ve soğuğa fazla önem verilmiştir. Hatta güneşin sıcaklığı bile
küçüksenmiştir. Bu sebeple de güneş, aydan daha az güçlü olarak
gösterilmiştir. Güneşin, ışıklarını ve sıcaklığını esirgediği bu bölge
halklarının böyle düşünmelerinde, elbette ki hakları vardır.
Ay-Dede'yi yiyen kurtlar:
Ay bazan, tepsi gibi büyük ve parlak olur; bazan da küçülür ve
donuklaşır. Elbette ki insanlar, bunun sebebi nedir diye, akıllarını yormuş
ve düşünmüşlerdi. Ay niçin küçülür ve niçin büyürdü? Herhalde ay, her
küçüldükçe onu bir şey yemekte ve bitirmekte idi. Bunu yiyebilecek şey de,
kutsal kurtlardan başka bir şey olamazdı:
Ay her dolunlaştıkça
kurtlar ayılar yermiş,
Ay azıcık kaldıkça, kurt ayılar gidermiş.
Ay gider bir ay yatar, yarasını sararmış,
İyileştikçe çıkar, yine gökte parlarmış.
Ayı, kurtlar yakalar, iyice bir yolarmış,
Ayı yine gidip yatar, yarası kan dolarmış.
Bu inanış, Ortaasya ve
Sibirya'da çok yayılmıştır. Fakat her kavim, bu ayın yeniş ve parçalanışını,
kendi kutsal hayvanlarına yaptırıyordu. Meselâ Moğollarla, Kuzey-Doğu
Sibirya'daki Gilyak'lar Gökteki ayı, kendi köpeklerine; kuzey kutbuna yakın
oturan halklar ise, ayılara yedirtiyorlardı. Ama Türk halklarına göre köpek,
kötü ve adî bir hayvandı. Kurtların yanında da çok güçsüz kalıyordu. Bu
sebeple Yakut Türkleri, diğer komşularından ayrılarak ayı, kurtlara
kovalatıp ve sonra da onlara yedirtiyorlardı.
Altay Türklerinde de aynı efsaneyi görüyoruz. Yalnız burada, Kurtların
yerine "Yedi başlı dev" yani "Yelbegen" geçmiştir. Bu Altay
masalı, ana motifler bakımından, "Sırıkla iki kova su taşıyan ökzüs kız"
efsanesine de benzer. Öksüz kız efsanesindeki ağaç veya funda da ayda
görülmektedir. Ancak Altaylarda, kızın yerine, dev geçmiştir:
Yedi başlı Yelbegen,
adlı büyük dev varmış,
Öç alır ay güneşten, onları yer yutarmış.
Büyük Tanrı Bay-Ülgen, aya bakar sararmış,
Ayı bitirip yiyen, bu deve ok atarmış.
Dev bazan yıldızları, kovalar götürürmüş,
Sonra da parçalarmış, ağzından tükürürmüş.
Yıldızlar bu azgından, kaçarmış hep göklere,
Dev onları ağzından, saçarmış hep göklere.
Yine Altay Türklerine
göre, "Ayın tutulması" olayı da, yine bu "Yedi başlı dev"
yüzünden meydana gelirdi. Bunun için Altay Türkleri ay tutulduğu zaman şöyle
derlerdi:
"Yine Yelbegen, (Yani yedi başlı dev) ayı yedi".
3. AYDAN TÜREYEN TÜRK SOYLARI
Uygurca Oğuz-nâme'de Oğuz-Han'ın babasının adının, "Ay-Han" olduğu
söylenir. Maalesef, bu Oğuznâme'nin başkısmı kaybolmuştur. Bu sebeple, bu
"Ay-Han"ın kim olduğunu anlayamıyoruz. Bilindiği üzere, Oğuz Han'ın ikinci
oğlunun adı da, Ây-Han" idi. Burada "Ay-Han" yalnızca bir ünvandır. Yoksa
bazılarının dedikleri gibi, Ay-Han, "Ay'ın Han"ı, Kün-Han da "Güneş'in Han'ı
değillerdi. Elbetteki Ay-Han, Türk mitolojisinde ay'ı temsil eden sembolik
bir ad idi. Türklere göre ay, erkek idi. "Ay-Ata" deyim ve adları, buradan
geliyordu. Türk-Moğol efsanelerinde "Ay'ı, çocuk doğurtan bir baba olarak"
da görüyoruz. Meselâ Çingiz-Han'ın atalarından Alan-Ko'a, ay ışığından gebe
kalmıştı. Bazı kaynaklar da, Ay'ın bizzat çadırdan içeri girerek kadını gebe
bıraktıklarını söylerler. "Türklerdeki Gök-Kurt (Kökböri) ise, gökteki
Tanrı'nın, yerde şekillenmiş bir sembolü idi. bunun için de Göğün rengini
almıştı". Aydan gebe kalan kadınlara ay, sarışın bir adam şeklinde gelmiş ve
köpek şeklinde gitmişti. Çin'de "Altın" ve "Sarı renk", imparator'un bir
sembolü idi. Bu sebeple Moğol efsanelerinde, Çin tesirleri aranırsa,
ihtiyatsızlık olmayacağı kanaatındayız.
.
4. YILDIZLAR
"Kubbesini sert göğün, gezegenler delmişler,
"Soğuklar öğün öğün, Yeryüzüne gelmişler!..."
Yakut Türklerinin Efsanesi
Yıldız bilgisi, "Zaman" ve "Yön" ler için önemli idi:
Yıldızlar Türk kavimlerinde daima önemli bir rol oynamışlardı. Eskiden beri
dünyanın tanınmış at yetiştirenleri ve savaşçıları olan Türkler,
yıldızlardan bir yandan günlük hayatlarında istifade ederlerken, diğer
yandan da onlar için efsaneler düzmüş ve şiirler yazmışlardı. İyi bir yıldız
bilgisi, atçı ve harpçı bir kavim için, hayati bir önem taşırdı. Akınlar
kervanların ve sürülerin yola çıkışı, meraya gidiş, yatış ve kalkış, hep
yıldızlara göre yapılırdı. Daha düne kadar Anadolu'daki durum da böyle idi.
Bilhassa yaz aylarında, şafakla birlikte şehirdeki pazarda bulunmak isteyen
birçok köylülerimizin, yola çıkış saatlarini, Ülker yıldızının durumuna göre
ayarladıklarını yakından biliyoruz. Bu sebeple, Yıldız bilgisi, türkler
arasında başlıca iki bakımdan önemli sayılmıştı.
1. Vakti öğrenme bakımından, yıldız bilgisi çok faydalı idi. Özellikle, yeni
bir hayatın başlayacağı sabaha yakın saatlarda, bu konuda sağlam bir bilgiye
sahip olma, Türk toplumuna büyük faydalar sağlıyordu.
2. Yıldız bilgisi ile yönleri ve yolu bulma, atlı ve savaşçı kavimler için,
ihmal edilemez bir bilgi idi.
Gerek vakti ve gerekse yolu bulmak için, iyi kullanılan böyle bilgiler, bir
topluma birçok faydalar sağlıyorlardı. Yine aynı bilgiler, o toplumun
gözlerini ve dikkatlerini de göğe çeviriyorlardı. Bu ilgi, toplumda bir
yandan sağlam ve şaşmaz yıldız bilgisi meydana getirirken; diğer yandan da
göğün ve Tanrının, bu değişmez düzeni için, insanlarda hayranlık
uyandırmaktan geri kalmıyordu.
Eski Türk dini, gerçekçi bir "Gök dini" idi:
Efsaneler, birer sembol ile ifade edilmiş, his ve inanışların, aynalarından
başka bir şey değildirler. Bizce "Önemli olan efsaneler değil; onların
köklerinde yatan ve onların doğuşlarına sebep olan dinler ve diğer
inanışlardır". Bu inançları bilmeden, Türklerin gök ve yıldızlar hakkında
söyledikleri efsanelerin sırlarını çözüp ve açıklamanın imkânı yoktur.
Türklerin hayatında en önemli rol oynayan şey, "Çadır" idi Bütün hayatları
burada geçer ve aile bağları da, bu yurt ile sembolleşirdi. Onlar çadıra
girdikleri zaman, dünyaları da gökleri de hep kendi çadırları olurdu. Babil
metinlerinde bile, gök bir çoban çadırına benzetilirken, Ortaasya'lı nasıl
olurdu da, bu muhteşem göğü, çadırına ve yurduna benzetmezdi. İşte bizim bu
konuda, hareket edeceğimiz en önemli çıkış noktamız bu olacaktır. Göğün bir
çadıra nasıl benzetildiği ve bu fikrin nasıl geliştiğini, "Kutup Yıldızı"
ile ilgili bölümümüzde inceleyeceğiz.
Ortaasya Türk kavimleri tarafından umumiyetle "Göğün kapısı" kutup
yıldızının bulunduğu yer olarak kabul edilmiştir. Bunun da, başka türlü bir
düşünceye dayandığı anlaşılıyordu. Eski geleneklerini bırakmamış bazı,
Ortaasya boylarında, bunun az çok açıklamalarını da bulabiliyoruz. Birçok
Türklere göre gökteki yıldızlar, Gök çadırının deliklerinden dünyamıza sızan
ışıklar idiler. Tabiî olarak bu, çok ilksel bir açıklamadır. Herhalde
Göktürk çağında böyle bir gelenek, itibarını çoktan kaybetmişti. Fakat
Göktürk halkları arasında bu inancın, bir halk inanışı olarak yaşamadığını
da iddia edemeyiz. Başlangıçtan beri söylediğimiz gibi, "Halk inanışları ile
devlet dini, ayrı gelişme yolları takip etmişlerdi. Türklerde, Devlet dini
de, ana prensipler bakımından halk inanışlarına dayanmakla beraber, daha
gerçekçi ve içtimai bir yola girmiş, ayrıca dünyanın yüksek dinleri arasında
yer almıştır". Halk ise daima mistisizme meyletmiş ve günlük hastalık v.s.
gibi işleri için de, dinlenen fevkalâde yardımlar ve çareler ummuştu. Bunu
söylemekle, Göktürk devletinde, halkın devlet dinine inanmadığını demek
istemiyoruz. Din, bir imam konusu olduğu kadar, büyü v.s. gibi pratiği de
olan bir yoldur. Şamanların yaptığı bu pratik işler, devletin büyük din
merasimlerinde herhalde büyük bir önem taşımıyordu. Bununla beraber devletin
yüksek din anlayışını anlayabilmek için, yine halkın bu iptidaî
geleneklerine bakmak icap etmektedir.
"Mevsimlerin değişimi" de, yıldızlara göre öğrenilebilirdi:
"Göğün kapısı" olan kutup yıldızı, hem kutsal ve hem de, bütün gezegenlerin
başladığı bir "Demir kazık" idi. Uygurlar bu yıldıza daha büyük bir saygı
göstererek, ona "Altın kazuk" demişlerdi. Kutup yıldızı parlaklığın bir
sembolü idi. "Kutup yıldızının bulunduğu yerden veya gök kubbesinde meydana
getirdiği kapıdan, Tanrı insanlara şefaat eder ve Kamlar (Şamanlar) da bu
delikten Tanrı ile ilgi kurarlardı. Bu kapı, insanlar dünyası ile, gökteki
ruhlar dünyasının bir sınırı idi". Bu sebeple bu yerin, diğer yıldızların
deliklerine nazaran, ayrı bir kutsallığı vardı. Ortaasya kavimlerine göre,
"Hava değişimleri"nin de, bu yıldızlarla büyük bir ilgisi vardı. Meselâ
Yakut Türklerine göre, "Soğuk havalar, diğer gezegenlerin deliklerinden
yeryüzüne inerlerdi. Bu bakımdan bilhassa Ülker yıldızı büyük bir önem
taşırdı. Gezegenlerin yükselip alçalması ile, soğuk veya sıcak havaların
geleceği, çoğu zamanda isabetli olarak söylenirdi". Anlaşılıyor ki, "Yıldız
bilgisi" ile "Efsane"nin de çok yakın ilgileri vardı. Meselâ Kuzey-Doğu
Asya'da "Büyükayı burcunun kuyruğunun döndüğü yöne göre, mevsim de
değişirdi. Büyükayı burcunun kuyruğu, kuzeyde ise kış; batıda ise, sonbahar;
güneyde ise, yaz ve doğuda ise, ilkbahar gelirdi". Bundan da anlaşılıyor ki,
Ortaasya kavimleri, bir yandan yıldızlar hakkında efsaneler düzerken, diğer
yandan da yıldızların gezişleri ve yönleri hakkında, az çok bilgiye sahip
idiler.
Eski Türklerde "Ülker" sözü, "Gezegen yıldızı" karşılığı idi:
Türkler başlangıçta bütün gezegenler için "Ülker" veya "Ülgel" deyimini
kullanıyorlardı. Bu deyim sonradan, diğerlerinden ayrıla ayrıla, en sonunda
"Ülker" yıldızı için bir ad olmuştur. Yakut Türklerinin lehçesinde "Ürgel"
sözü, bugün bile, "Gök deliği" anlamına kullanılmaktadır. Hatta şöyle, güzel
bir efsane de vardır:
Bir zamanlar delikmiş,
nedense gök kubbesi,
Dondurmuş hiç dinmemiş rüzgârın soğuk sesi.
Yakut adlı Türklerde kahraman bir er varmış,
Ne var diye göklerde, gezegenlere varmış.
Kubbesini sert göğün, gezegenler delmişler,
Soğuklar öğün öğün, yeryüzüne gelmişler.
Bu er çok kurt avlamış deriler hazırlamış,
Otuz eldiven yapmış, ta göklere fırlamış.
Er Gökleri kapamış, soğuğu yenmiş, inmiş.
Sıcak günler başlamış eski soğuklar dinmiş.
Gökteki gezegenlerin
deliklerinden soğuk geliyormuş. Bunun önüne geçmek için de, Yakutların
efsanevî kahramanı bu çareyi bulmuş. Fakat 30 çift "Kurt bacağı derisinden
eldiven" yaptırmasının sebebi, pek anlaşılamıyor. Kurt derisinin kök olarak
değeri, bilinen bir şeydir. Öyle anlaşılıyor ki, dondurucu soğuklar vardı ve
buna tahammül edebilmek için de, böyle bir yol seçilmişti. Kürkleri daha
kıymetli olan hayvanlar var iken, derisi niçin seçilmişti? İşte bu nokta ile
Türk mitolojisine girilmiş olunuyordu.
Sıcak ve soğuk havalar, yıldızların hareketine bağlıydı:
Gezegenlerin yükselip alçalması ve yahut da yavaş veya Sür'atli yürür gibi
görünmesi de, hava değişikliklerini gösteren bir belirti gibi kabul
edilirdi. Gezegenlerin sür'atli gezinmeleri sıcak havaların, yavaşlamaları
da soğuk havaların geleceğine bir işaret idi. Yine Yakut Türklerine ait
aşağıdaki efsane, yukarıdaki inanışları tamamlar bir durumdur. Onlara göre
havalar, başlangıçta çok daha soğuk idi. fakat sonradan yavaş yavaş ısınmağa
başlamıştı:
Uzunmuş bütün kışlar,
nedense bir zamanlar,
Çok da kısaymış yazlar yaz görmemiş insanlar.
Bir ağaç etrafında, gezegenler dönermiş,
Dönüş yavaşladıkça, ateşleri sönermiş.
Bir gün gelmiş ki hepsi çok yavaş dönüşmüşler,
Olmuşlar duran tepsi, hep birden sönmüşler.
Gezegenler bir iple, bağlıymış bu ağaca,
Bir Şaman kılıcıyla, dağıtmış her bucağa.
Yıldızlar ısınmışlar, döndükçe çok sür'atli,
Dünyayı ısıtmışlar, olmuşlar bir boz atlı.
Yukarıda efsaneden de
anlaşılıyor ki, "Gezegenler başlangıçta göğün ana ve ilk yıldızları olarak
kabul edilmişlerdi". Öbür yıldızlar ise artık, zamanla ortaya çıkmışlardı.
Gezegenlerin, Kutup yıldızı etrafında dönmeleri:
Bu konuyu gezegenlerle ilgili bölümümüzde birer, birer ele alacağız.
Türklerin "Demir kazık" veya "Altın kazık" dedikleri Kutup
yıldızı, diğer bütün burçların eksenini teşkil ediyordu. Artık diğer
burçlar, onun etrafında dönüyorlardı. Kutup yıldızına en yakın olan burç,
Küçükayı burcu idi. "Türklere göre bu burç, Kutup yıldızına takılan bir
araba oku ile, araba çeken, iki at idiler. Bunlar bir eksen etrafında,
mütemadiyen gök yüzünde dönüp duruyorlardı. Ondan sonra gelen Büyükayı burcu
da, 7 kurt veya 7 vahşi köpek idiler. Onlar da bu iki atı yemek için, gökte
onları kovalayıp dönüyorlardı. Fakat Demir kazık, yani Kutup yıldızına demir
zincirlerle bağlandıkları için, onları tutamıyorlardı. Zaten zincirlerini
koparıp da, bu işi yapmış olsalardı, dünyanın sonu gelecekti". Kırgız
Türkleri bunu demekle, Gök ve Tanrının büyük düzeninden söz açıyorlar ve
kâinatın varlığını veya yokluğunu bu düzenin devamına bağlıyorlardı.
DÜNYANIN KUTUP YILDIZI EKSENİNDE DÖNMESİ
"Göğü kötü ruh basmış, inmesin yere diye,
"Tanrı bir çadır asmış, koca bir direk ile!..."
Yakut Türklerinin Efsanesi .
Bütün gezegenler ve burçlar, Kutup yıldızı etrafında dönerlerken, dünya bir
Kutup yıldızının ekseninde dönüyordu. Çünkü Dünya Kutup yıldızına bir "Demir
kazık", "Demir ağaç" veyahut da bir "Demir dağ" ile bağlanmıştı. Bu konuları
Kutup yıldızı ile ilgili bölümümüzde, yeniden ve daha derin olarak ele
alacağız. Bir gerçek varsa, "Ortaasya ve Sibirya mitolojisinin dünyanın
döndüğüne inandığıdır". ObiUgorları bu dönüşü bir efsane ile de
süslemişlerdi. Prof. Rasony, bu konuda yazılmış macarca bir makaleyi de,
bize özetlemek lûtfunda bulundular. Bu mesele ile ilgili olarak söylenmiş,
bir Kuzey-Batı Sibirya efsanesi, kısaca şöyledir:
Tanrı yeni bir dünya,
yaratma özlüyormuş,
Yaratmış ama dünya, durmadan dönüyormuş,
Tanrı'nın elçisi de, bir "Ana-Tanrı" imiş,
Onun düşüncesi de, azıcık ayrı imiş.
Bu dönüş Tanrı demiş: "Birazcık yavaşlasın!"
Sonra kızınca demiş, "Artık Tufan başlasın!"
Sular dünyayı basmış ruhlar dünyadan kaçmış.
Uçup gökte gezenler yer dönerken hep şaşmış.
Dünya tekerlek gibi, hiç durmadan dönermiş,
Sonra ateşli sular, basınca az sönermiş. .
Yukarıda ayrı olarak
verdiğimiz bir Yakut efsanesinde yıldızların yavaş döndüğü ve bunun için de
havaların soğuk olduğu söyleniyordu. Havaların ısınması için, yıldızların
çabuk dönmesi de, yine bu efsaneye göre, bir şart gibi gösteriliyordu.
Burada ise, başlangıçta dünyanın, çok çabuk döndüğü ifade edilmektedir.
Efsanede, bundan dolayı dünyanın sıcak mı veya soğuk mu olduğu pek
söylenmiyor. Fakat bundan anladığımız bir önemli nokta var ise, Dünya ve
yıldızların yavaş veya sür'atli dönmelerinin, Ortaasya ve Sibirya
mitolojisinde önemli bir motif olduğudur.
Diğer Yıldızlar ve Türkler:
"Zuhal (Saturn) yıldızını eski Türkler, iyi tanıyorlardı. Bazı eski Türk
kitaplarında bu yıldızın adı da geçer. Fakat bu ad, henüz daha kesin olarak
okunmamıştır. Kültür hazinemiz Kutadgu Bilig, bu yıldız için şöyle diyor:
"En üstün Zühal (Sekentir)'dir, en önde yürür,
"İki yıl, sekiz ay bir evde kalır!..."
"Müşteri" (Jupiter), eski Türklerin takvim bilgilerinde, önemli bir rol
oynardı. Jupiter'in, eski türkçe adı "Eren-tüz" idi. XI. yüzyıldan sonra
Türkler bu yıldıza "Ongay" demeğe başlamışlardı. Bugün Anadolumuzun bir çok
yerlerinde, bu yıldıza "Öngay" veya "Öngey" adı verilmesi de, üzerinde
durulması gereken önemli bir meseledir. "Oniki hayvanlı Türk takvimi, oniki
gezegen burcun, dönüş sürelerine göre kurulmuştu". Jupiter'in dönüş süresi
de, oniki burcun dönüşlerine yakındı. Bu bakımdan Türkler, Jupiter'e büyük
bir önem vermişlerdi. Kutadgu Bilig, bu yıldız için şöyle diyordu:
"Ondan sonrada gelir, ikinci olur Onay,
"Her evde kalır on ay, ayrıca da iki ay!...!
"Merih" (Mars) yıldızının "Kızıl rengi" Türklerin gözlerinden
kaçmamıştır. Avrupa'da bu yıldıza, "Kırmızı yıldız" diyenler yok
değildir. Eski Türkler ise, Merih yıldızına "Bakır Sokum" derlerdi.
Türk mitolojisi ve düşüncesi bakımından, Kutup yıldızı, yani "Demir kazık"
la bir benzerliği vardı. Anadolu'da Merih'e, "Yaldırık" da derler. Bu
da, çok eski türkçe deyimdir. Karahanlılar çağında Türkler Merih'e "Kürüd"
demeğe başlamışlardı. Türklere göre Merih yıldızı, korkunç ve ateşi ile her
şeyi yakan bir yıldızdı. "Bakır sokum" adı da bundan dolayı verilmiş
olmalıydı. Kutadgu Bilig, onun için şöyle diyordu:
"Üçüncü Merih (Kürüd) gelir, korkuç gururlu yürür,
"Bir defa kime baksa, yeşermiş bile kurur!..."
"Utarit" (Merkür) uğurlu bir yıldızdı. Bunun için eski Türkler de
ona, "Tilek" yani "Dilek" derlerdi. Utarit'e karşı dilekler,
dilenir ve bu dileğin yerine getirilmesi beklenirdi. Yine çok eski bir Türk
şairi olan Yusuf Has Hacib, onun için şöyle diyordu:
"Sonra geldi arzu, "Tilek" arzular,
"Kime yakın gelse, özüne bağlar!..."
Türkler burçları da çok iyi tanırlardı:
Türkler, "Koç burcu" na, "Kuzu"; "Boğa burcu" na da "Ud"
yani "Öküz" burcu derlerdi. Sonradan boğa denmiştir. "İkizler"
burcu için söylenen "Erendir" ile "Akrep" burcunun Türkçe
adları "Kuçık" da, çok eski türkçe deyimlerdir. Kutadgu Bilig, bu
burçları şöyle anlatıyor:
"Yaz yıldızı Kuzu, sonra da Boğa (ud) gelir,
"İkizler (Erendir), Akrep (Kuçık) ile, dostça yan yana gelir!..."
Eski Türkler, "Arslan burcu" na, yine "Arslan" derlerdi. "Başak
burcu" için ise, "Buğday " veya "Buğday başı" deyimi
kullanırdı. "Yengeç" burcuna da "Çadan" yani çayan derlerdi:
"Gök arslan burcu ile, komşu buğday başı,
"Sonra Terazi burcu (Ülgü), olduğu Yengecin (Çadan) eşi!..."
"Oğlak, Kova, Balık" burçlarının adları eski türkçede de değişik
değildi. Eski Türkler, Kova'ya "Koğa" derlerdi. Kova'nın daha eski
türkçesi ise, "Könek"ti:
"Sonra da geldi Oğlak, Kova (Könek), ile hem Balık,
"Bunlar doğarsa eğer, aydın olur, gök kalık!..."
Anadolu'da Türkler, İslâmiyetin ve Batının tesirleri altında Kova burcuna,
"Saka yıldızı" da demişlerdi.
Türk Halk edebiyatında yıldızlar:
Eski Türk sözlüklerinde yıldızlar hakkında çok bilgi vardır. Fakat bunları
mitolojideki yerlerine yerleştiremediğimiz için hepsinden söz açamadık. "Kutadgu
Bilig" de olduğu gibi, yerin çiçeğini göğün yıldızlarına benzeten halk
şiirleri de yok değildiler. Meselâ Ercişli Emrah'ın şu şiiri bunun için
güzel bir örnektir:
"Kapıda yayılır Koyunla kuzu,
"Yerin çiçeğisin, göğün yıldızı".
Ordu içindeki asker sayılarını gökteki yıldızlara benzetme de, eski Türk
edebiyatının bir özelliğidir. Gerçi bu benzetmeğe, İran edebiyatında da
rastlanırdı. Fakat Karacaoğlan herhalde bundan habersizdi.
"Karacaoğlan der ki, burda durulmaz,
"Gökteki yıldızdan çoktur sayılmaz!"
Türk halk edebiyatında, yıldızlar için söylenmiş çok şey vardır. Bektaşî
"Devriye" lerinde sık sık burçlardan ve dervişlerin bu burçlara
uğradıklarından söz açılır. Bu, "İnsan-ı kâmil" in ruhunun yaptığı devirle
ilgilidir. Yoksa devriyeler özel olarak burçlar için söylenmiş şiirler değil
idiler.
5. KUTUP YILDIZI
"Derler Kutup Yıldızı, Gökteki bir kapıdan,
" Aydınlatırmış bizi, nur verir üst yapıdan!..."
Eski Türk Efsanesi
Tanrı, dünya ile yıldızları Kutup yıldızına bağlamış:
Kutup yıldızı Türk mitolojisinin uzay ile ilgili, kozmolojik düşünce
düzeninin, temel noktasını meydana getirdi. "Göğün direği", "Kapısı"
hep kutup yıldızından geçerdi. Bütün gezegenler de Kutup yıldızının
etrafında dönerdi. Onlara göre bu düzenin bozulması demek, dünya ve kâinatın
sonu demekti. Eski Türk mitolojisine göre, "Dünya da dönüyordu. Dünyanın
bu dönüşü, hem kendi ve hem de kutup yıldızı ekseninde meydana geliyordu.
Çünkü dünya, Kutup yıldızı ile göğe bağlı idi". Dünyanın dönüşü
üzerinde, bu bölümün girişinde biraz bilgi vermiştik.
Uygurlar Kutup yıldızına "Altun
Kazuk", yani "Altın kazık" derlerdi. Diğer Türkler ise, ona genel
olarak "Temir-Kazık" yani "Demir Kazık" demişlerdi. Böyle denmesinin
sebebi de, yukarıda kısa olarak söylediğimiz ve aşağıda da geniş olarak
açıklayacağımız gibi, bu yıldızın göğün direği gibi tasavvur edilmesinden
ileri geliyordu. Buradaki "Kazuk" veya "Kazık" sözü, bugünkü
Türkçemizdeki anlamını, az çok karşılamaktadır.
Anadolu'da, eski Türk mitolojisinin Kutup Yıldızı ile ilgili izleri, hâlâ
yaşamaktadır. Zaten, "Demir kazık", "Demir Direk" gibi
sözlerimiz, Anadolu Türklüğünün de kutup yıldızı için kullandıkları müşterek
deyimlerdir. Bu yıldıza, bazı yerlerde de "Kuluçka" da denir. Bu ad
da, yıldızın hareket etmemesinden dolayı verilmiş olmalı idi.
Türkçede "kazık" demek, yerinde duran kımıldamayan, tahta veya
demirden yapılmış, büyük bir çividir. Buna bağlanan atlar da hayvanlar da
onun etarfında döner dururlardı. Kutuh yıldızı da gezmeyen bir yıldızdır.
Yine Türk mitolojisine göre, "Uzaydaki bütün yıldızlar, tıpkı bir at gibi
ona bağlanmış ve onun etrafında dönerler". Aynı zamanda "Göğün göbeği"
de yine Kutup yıldızı idi. İşte Türklerin, gökteki yıldızlarının düzeni
hakkındaki astronomik düşüncelerini ve uzay (Macrocosmos) ile ilgili
tasavvurlarını, böylece özetledikten sonra, konunun daha derinlerine
inebiliriz.
Kutup Yıldızı, "Parlaklık" sembolü:
Türk mitoljisinde Kutup yıldızı, "Parlaklığın bir sembolü gibi idi. Ateş
gibi parlayan bir şey, ateş ile değil de; "Kutup yıldızı gibi"
şeklinde tarif edilirdi. Güneş, ışık ve sıcaklık saçan bir varlık idi. kutup
yıldızının özelliği ise, yalnızca parlamak ve parlak olmaktı. Uygurca
Oğuz-Kağan destanına göre, "Oğuz Han bir gün bir yerde Tanrıya dua ediyor
ve yalvarıyormuş. Tam bu sırada, etrafı birden bir karanlık basmış ve
gökten, ay'dan da, güneşten de, parlak bir ışık inmiş. Işığın içinde güzel
bir kız oturuyor ve başındaki bir taç da, parıl parıl parlıyormuş. Taç o
kadar parlakmış ki, parlaklığı tıpkı Kutup yıldızının, yani Altın Kazık'ı
andırıyormuş". Bu konu ile ilgili tercümeleri Oğuz destanına ait
bölümümüzde vermiş bulunuyoruz.
Kutup Yıldızının, bir "Demir ağaç" gibi düşünülmesi:
Az evvel "Kazık" deyimi üzerinde durmuş ve bunun bir "Direk" anlamına da
gelip gelmeyeceğini düşünmüştük. Aşağıda vereceğimiz örnekler bize
gösterecektir ki, Kutup yıldızı hem bir "Direk" ve hem de "Kazık" olarak
düşünülmüştü. Türkler bu direği, biraz da bir "Demir ağaç" gibi
düşünmüşler ve bunu, kendi uzay (yani kozmolojik) görüşlerine uydurmuşlardı.
Ergenekon Efsanesi'ni incelerken gösterdiğimiz gibi, nasıl bir "Demir dağ"
var idiyse; bunun yanında, Kutup yıldızı ile ilgili olarak, bir de "Demir
ağaç" düşünülmüştü. Yalnız önemli olan nokta şu idi: Bu demir ağaçla, "Hayat
ağacı"nı birbirine karıştırmamak lâzımdır. Avrupa kavimlerinde ve
Cermen'lerde de, böyle bir gök direği düşünülmüştü. Avrupa mitolojisinde
buna, "Universalis Columna" yani "Uzay veya kâinatın direği" veya
sütunu denmişti. Ayrıca bu sütun, Kutup yıldızı ile de münasebete
getirilmişti. Türkler bu sütununa daha fazla canlılık vermiş ve onu bir ağaç
olarak düşünmüşlerdi.
Gökteki güneşin, yıldızların ve hatta bulutların hareket etmesi, insanlara
göğün bir eksen etrafında döndüğü hissini veriyor. Elbetteki dünya da bu
eksene bağlı idi. Onlarla birlikte dünya da dönüyordu. Ama en önemli olan
göğün dönmesi idi. Sibirya ve Ortaasya kavimleri bu fikir üzerinde
birleşmişlerdi. Ama Türkler, daha ziyade Kutup yıldızına önem vermişler,
göğün ve bütün âlemin onun etrafında döndüğüne inanmışlardı. Türkler bunun
için Kutup yıldızına "Demir Kazık" demişler; fakat yüksek bir
edebiyat ve kültüre sahip olan Uygur'lar ise, buna daha da, büyük bir önem
vererek "Altun Kazuk" deyimini kullanagelmişlerdi. Öyle anlaşılıyor
ki Uygurların bu deyimi, sonradan Moğollara da geçmiş ve Buryat, Kalmuk v.s.
gibi Moğol kabileleri de, Kutup yıldızına böyle demeğe başlamışlardı.
Uygurların Cengiz-Han ve oğulları ile, kurdukları devletler üzerine
yaptıkları tesirleri iyi bilenler için, böyle bir tesir, gayet tabiî
görülebilirdi. Ama Moğollar için, ezelî ve yüksek bir kültür düşünenler,
ayrıca Ortaasya tarihinin ince noktalarını bilmeyenler için ise, gerçekler
karanlıktır.
Yakut Türkleri, "Demir Kazık" deyimine daha da mitolojik bir canlılık
vermişler ve buna "Demir-ağaç" demişlerdi. Onlara göre, "Yer ile gök
yaratılmağa ve yavaş yavaş büyümeğe başladığı zaman, bu demir ağaç da
onlarla beraber yeşermiş ve yine onlarla beraber büyüyerek, yerle gök
arasında yükselmiş idi". Türk mitolojisindeki "Demir-dağ" motifini Ergenekon
efsanesi ile ilgili bölümümüzde incelemiştik. Şimdi burada bir de demir ağaç
ortaya çıkmaktadır. Böylece Ortaasya Türklerinin demir kazığının yerine.
Yakutlarda demir bir ağaç geçmiş bulunuyordu. Kutup yıldızı bu ağacın
tepesindeydi. Gök ve bütün uzay da, bu ağacın ekseninde dönüyordu.
Kutup yıldızının bir "At kazığı" gibi düşünülmesi:
At ile ilgili efsaneler, Ortaasya'da yaşamış ve yaşamakta olan kavimleri,
dünya mitolojilerinden ayıran, en belirli özellikler olmuşlardı. Zaten
bugünkü tükçemizde de "Kazık" sözü, hareketsizliğin ve bir yere bağlanışın
ifadesidir. Ortaasya Türk mitolojisi, günlük hayatta önemli yer tutan
eşyaların, hayvanların ve olayların sembolü, bir söylenmesinden başka bir
şey değildi. Türkler, uzaya da, kendi evleri ve yaylaları gibi düşünmüşler
ve bu düşünce düzeninden hareket ederek, uzaydaki varlıklara da, böyle ad ve
deyimler buluvermişlerdi. Kutup yıldızının da bir "At kazığı" şeklinde
düşünülmesi, şüphesiz ki Türk mitolojisine en çok yakışan bir eğilim
olmuştur. Bu konu ile ilgili örnekleri, aşağıda kısa olarak vermeğe
çalışacağız:
Küçükayı burcunu incelerken göstereceğimiz gibi, bu burcun kutup yıldızının
en yakın olan iki yıldızı, birer at olarak tasavvur edilmişlerdi. Arkadaki
dört yıldız ise, bir gök arabası idi. tabiî olarak bu atların yularları
Demir-Kazık, yani Kutup yıldızına bağlanmışlardı ve onun etrafında dönüp
duruyorlardı. Büyük ve Küçükayı burçları ile ilgili bölümlerimizde de
söyleyeceğimiz gibi, Büyükayı burcu da, yine bu Demir-Kazık'a bağlanmış, "7
kurt" veya "vahşi köpek idiler.
Yakut Türkleri de bazı masallarda Demir-Ağaç deyimi yerine, "At-Kazığı"
sözünü kullanıyorlardı. Buna, "Toyon" deyimini de ilâve ederek onu
kutsallaştırıyor ve bir nevi, ikinci derecede bir Tanrı olarak görüyorlardı.
Yine bir Yakut efsanesi, yerle gök arasında yeşeren ve büyüyen bu Demir-Ağaç'dan
söz açmakta ve ona bazı ilâveler de yapmaktadır. Bu efsaneye göre
Demir-ağaca, yedi tane Ren geyiği bağlı imiş, bunlar, bağlarını koparmak
ister ve bunun için de ağacın etrafında koşar, dururlarmış. Kutup yıldızına
bağlı iki at, 7 kurt ve 7 köpekten sonra, bir de ortaya 7 Ren geyiği
çıkarmaktadır. Yakutların yaşadığı buzlu tundralar, Ren geyiği bölgeleridir.
Bu sebeple Ren geyiği burada daha öne geçmiştir. Yakut efsanelerinde at da
çoktur. Öyle anlaşılıyor ki, bu örnekler içinde, Türk mitolojisine en çok
yakışan motifler, Kutup yıldızına bağlı olan "Atlar" ile "7 kurt" idiler.
"At kazığı" Türkler için çok önemli bir aletti:
Şunu unutmamalıyız ki, "Göğün direği" veya "Demir ağaç" v.s. gibi mitolojik
motiflere rağmen, "At kazığı" eski Türklerde daha önemli sayılıyordu:
"Türkün çadırının veya evinin önünde, en kıymetli şeyi sayılan atını tutan
ve atının emniyetini sağlayan önemli eşyalarından biri de, at kazığı idi.
Türk mitolojisi temellerini mistik düşünceden almamıştı". Türkler daha
ziyade, günlük hayatlarında her an beraber oldukları şeylere birer şahsiyet
vererek mitolojilerini meydana getirmişlerdi.
Ortaasya'da yaşayan atlı Türklerin, her birinin evinin önünde, bir at kazığı
vardı: "Türkler, Tanrılarını da kendileri gibi düşünüyorlar ve onun da
kutsal bir atı olduğunu, bu atın da bir kazığa bağlanmasının gerektiğini
tasavvur ediyorlardı". Katanof bazı Türk hikâye ve efsanelerinde
"Tanrının evi ile atını bağladığı bir kazıktan" da söz açıyor. Bu
hâkayelerde sözü geçen kazığın, Kutup yıldızı olduğuna dair herhangi bir
açıklamada bulunulmamıştır. Bunu misâl olarak vermekten maksadımız, böyle
bir düşüncenin de var olduğunu belirtmek içindir. Türklere nazaran, çok daha
ilksel bir hayat yaşayan; fakat Proto-Moğol kültürünün bozulmamış birçok
özelliklerini hâlâ kendi içlerinde yaşatan Buryatlarda da, bu konu ile
ilgili bir efnase vardı: "Buryatlarda, demirci ve demircilikle ilgili
inanışlar, önemli bir yer tutmuşlardı. Bir efsaneye göre demircilerin baş
Tanrısı Boşintoy'un 9 oğlu, insanlara da demircilik san'atını öğretmişlerdi.
Bu 9 demirci, Kutup yıldızından bir at kazığı ve Altın-Deniz adı verilen
denizden de, bir yarış yeri yapmışlardı". Demircilerin, Kutup
yıldızından bir at kazığı yaptıklarına bakılırsa, Kutup yıldızının da demir
olması gerekiyordu. Yer yer söylediğimiz gibi Buryatlarda Demircilik san'atı,
pek yayılmış değildi. Onlara göre, ateşle oynayan ve bir sihirbazı benzeyen
Demirciler, büyük Şamanlar olmalı idiler.
Bütün yıldızların, bir bağla Kutup yıldızına bağlanmış olması, yalnız
Türklere özel bir inanış değildi. Hint mitolojisinde ve Avrupalılarda da, bu
düşünce düzenlerini görüyoruz. Türklerin onlardan farkı, bu düzeni at
kazığı, at arabası veya 7 kurt gibi kendilerinin günlük hayatlarının birer
parçası olan sembollerle ifade etmiş olmaları idi.
Kutup yıldızının "Göğün kapısı" olarak düşünülmesi:
Ortaasya ve Altay mitolojisine göre Kutup yıldızı, yerden göğe açılan
bir kapı gibi idi. Tanrının bu kapısı herkesede açık değildi. Eğer Tanrının
bu kapısı açılırsa, insanlar Tanrıya sığınabilirlerdi. Gerçi diğer yıldızlar
da göğün birer deliği gibi düşünülmüşlerdi. Fakat, "Orta kapı ve Tanrı yolu,
ancak Kutup yıldızı kapısı" idi. Ülker ile ilgili bölümümüzde de
söylediğimiz gibi bu yıldızın deliklerinden ancak kötü ve soğuk havalar
girebilirdi. Kutup yıldızı kapısı ile, Tanrı ülkelerinin başladığı, bir
gedik veya geçitti. Göğe çıkan erkek Şamanlar, bu kapıya kadar çıkar ve daha
ötesine gidemezlerdi. Orada kendilerini, Tanrının elçileri olan ruhlar, (Utkuçı)
lar karşılar ve Şamanlarla konuşurlardı. Bundan sonra da Şamanlar, yeniden
yere inerlerdi. Bundan öteye insanlar ve aşağısına da, kutsal ruhlar
geçemezlerdi. Bu suretle maddî ve manevî dünya, birbirinden ayrılmış
oluyordu. Fakat bazı Altay efsanelerinde, "Bu geçit bazı Şamanlar tarafından
seçilmişti. Kutup yıldızı göğün 5. katında idi. 6. katında ay ve 7. katında
ise güneş vardı". Tabiî olarak, göğü 7 kat olarak tasavvur eden Türk
efsanelerine göre bu böyledir. Göğün 9 kat olduğu bölgelerde ise durum
değişir.
Türklerin Kutup yıldızı ile ilgili inançları, yerli ve köklü idi:
Gerçekten Altay mitolojisinde, "Gök kapısı" düşüncesi çok yaygındı. Fakat
bunların bazıları, yerli bir düşünceden meydana gelmişler ve birçokları da,
dış tesirlerin altında kalınarak söylenmişlerdi. Dışarıdan gelen bu tesirler
de, az çok yerli düşüncelere benzetilerek anlatıldığı için, eski yabancı
şekillerini kaybetmişlerdi. Meselâ "Yıldız düşmesi inancı", bugünkü
Anadolu Türklüğünde yaygındır. Avrupa ve Asya'nın bir çok milletleri de
böyle bir olaya inanırlardı. Artık bu düşünce, insanlığın malı olmuştur,
diyebiliriz. Fakat böyle bir inanışın yaygın olarak görülmesi, Türklerin bu
inancı muhakkak olarak dışarıdan aldıklarını gösteren bir delil sayılmaz.
Bir de, bu fikrin anlatılış ve ifade ediliş şekillerine bakmak lâzımdır.
Tabiî olarak böyle bir düşüncenin meydana gelmesine, bazı temel
tasavvurların tesirleri de olmuştur. Gökyüzü bir çadır gibi düşünülmüştür.
Bunun sonucu olarak, bu çadırın delikleri de yine zihinler de birer yıldız
olmuşlardı. Bu duruma göre "Yıldız düşmesi" nin nereden ve nasıl
olabileceğini, aşağıdaki Yakut Türklerine ait inanışın yardımı ile daha
kolay anlayabiliriz:
Tanrı bir çadır
kurmuş, yeryüzünü kaplamış,
Gökyüzü çadır olmuş, dünyamızı saklamış.
Göğü kötü ruh basmış, yere inmesin diye,
Tanrı çadırı aşmış, bir koca direk ile.
Bu direk dünyanın tam ortasından uzarmış,
Kutup yıldızını da, tam altından tutarmış.
Bu çadır dışındaki, uzay aydınlık imiş,
Kubbenin içindeki yerse karanlık imiş.
Dünya aydınlık olmuş, Tanrı delikler açmış,
Delikler yıldız olmuş, dünyaya ışık saçmış.
Göğün, yuvarlak bir çadır
gibi düşünülmüş olması, yalnızca Türklerde görülen bir inanç değildir. Eski
Babil metinleri de göğe, "Yeryüzünün çoban Çadırı" demişlerdi. Tevrat ise
göğü, "Dünya yüzüne gerilmiş bir tül veya çadıra" benzetmişti. Bizce bu
düşünceyi, hemen bir Babil veya Tevrat tesiri olarak saymak, ilmi bir
hareket olmasa gerektir. Herhalde Evrasya'nın Türk ve Cermen atlı
göçebelerinde çadır, Babil halkına nazaran daha önemli bir rol oynuyordu.
Esasen Ortaasya ve Sibirya göçebelerinde çadır, göğün bir nevi, küçük bir
sembolü gibi idi. din törenlerinde de, çadırın içine girilir ve sanki göğün
katlarında geziliyormuş gibi hareket edilirdi. Çadırın zemini, yeryüzü olur
ve bacası da, göğün kapısı gibi sayılırdı. Bu konu ile ilgili Altay ve
Ortaasya'da yapılmış bir çok din törenleri, seyyahların kitaplarına
geçmiştir. Kuzeydoğu Asya'nın, uç bölgelerinde yaşayan Çukçı ve Koryak gibi
iptidaî kabilelerde, bu inanış daha da belirli bir şekil alıyordu. Bu
düşünce düzeni, bu yolla Kuzey Amerika'ya da yayılır ve oranın yerlileri de,
kutup yıldızının göğün yere açılan bir kapısı olduğuna inanırlardı. Bu konu
ile ilgili olarak Çukçı'ların inanışları şöyle özetlenmiştir:
Bütün göklere yerden,
açılırmış bir kapı,
Bir büyük direk dipten, olmuş kapının sapı.
Derler Kutup yıldızı, gökteki bu kapıdan,
Aydınlatırmış bizi, nur verir üst yapıdan.
Şamanlar kartal olur, bu kapıyı aşarmış,
Tanrıya yoldaş olur, şeytanları basarmış.
Gökteki Kutup yıldızına
paralel olarak düşünülen, Yer altı âleminin merkezi ve "Demir Kazığı"
Yer altı âlemine Hanlık eden İrle-Han'ın da, gökteki düzene benzer bir
dünyası vardı. Bu konuyu ilgili bölümümüzde incelemiştik. Bu efsaneye göre,
"Gökte bulunan kutsal 'Dokuzdallı' ağacın bir eşi de, yer altı âleminde
bulunuyordu. Kutup yıldızının bir sembolü olan Demir-Kazık'a, Tanrılar nasıl
atlarını bağlıyorlarsa; yer altı Han'ı İrle Han da atını, yeraltındaki bu
dokuz dallı ağaca bağlıyordu". Biz şimdiye kadar yalnızca yeryüzünün
göbeği ile Kutup yıldızını birbirine bağlayan Demir-Kazık'tan söz açmıştık.
Bu efsaneye göre, yalnız gökte değil; bunun aşağıda devamı olarak, yer altı
âleminde de, ikinci bir kutup ve merkez düşünülüyor gibiydi. Bizce bunun da
normal görülmesi lâzımdı. Çünkü Türkler 7 veya 9 kat gökten söz açarken;
bunun paraleli olarak, 7 veya 9 kat yerden de bahsediyordu.
6. KÜÇÜKAYI BURCU
"Ak, boz atlar çekermiş, Küçükayı burcunu,
"Tanrı kazığa germiş, dizginlerin ucunu!"
Eski bir Türk Efsanesi
Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi Küçükayı burcu, eski ve öz Türk
mitolojisinde, "Bir arabayı çeken iki at gibi" düşünülmüştü. Anadolumuzun
çoğu yerlerinde de bu burca "Koyun ağılı" da derler. Eski Türk mitolojisinde
Büyükayı burcunun, "Yedi kurt" olduğu düşünülürse, Anadolu'da buna "Koyun
ağılı" denmesi, herhalde boş olmasa gerekti. Bu konular üzerinde, çok geniş
bir bilgiye sahip olan Ahmet Vefik Paşa'ya göre Küçükayı burcu, "Araba"dan
başka bir şey değildi. Ahmet Vefik Paşa Anadolu'daki halk inanışlarına büyük
bir önem verirdi. Ortaasya'daki Kırgız Türkleri, bütün burçların
yıldızlarını, geyik ve "Dağ koyunları"na benzetmişlerdi. Bunun için
de Küçükayı burcuna, "Altı arkar", yani "Altı dağ koyunu"
adını vermişlerdi. Sibirya'ya doğru gidildikçe, yani Altayların kuzeylerinde
bu burç, "İt yettegen", yani "İt yedigen"i veya yedilisi
olmuştu. Fakat öyle anlaşılıyor ki, bu burç ile ilgili efsanelerin en öz ve
en eski örnekleri, Güney ve Batı Türkleri arasında yaşıyordu.
Büyükayı, Küçükayı'nın "Yedi bekçisi":
Bilindiği üzere Küçükayı burcu, Kutup yıldızına en yakın olan bir burçtur.
Türk mitolojisinde birinci derecede öneme sahip olan yıldız, hiç şüphe yok
ki, Kutup yıldız idi. Diğer burçlar ise, Türklere göre onun etrafında
dönerledi. Kutup yıldızı ile ilgili bölümümüzde bu konuyu geniş olarak ele
almış bulunuyoruz. Zaten Kutup yıldızına "Demir-Kazık" denmesinin sebebi de
budur. Küçükayı burcunun kuyruk tarafı. Kutup yıldızına en yakın olan
yıldızdır. Bütün burç, bu kuyruk üzerinden, kutup yıldızının etrafında
döner. İşte bu sebepten dolayı Türkler Küçükayı burcuna daha fazla önem
vermişler ve Büyükayı burcunu da, adetâ onun bir peyki ve koruyucusu bazan
da düşmanı olarak tasavvur etmişlerdi. Ortaasya, Tanrı dağları ve Batı
Türkistan bölgelerinde, Büyükayı burcunu iyi bir gözle bakılmış ve bu burç,
Küçükayı burcunun "Yedi Bekçisi" olarak adlandırılmıştır. Kırgızlar
arasından toplanmış olan aşağıdaki inanış, bu konuda bize daha açık bir
fikir vermektedir:
Derler ki Küçükayı,
yıldızlı kuyruğuyla
Andırır arabayı, uzun ince okuyla.
Bunu çeken atların, rekleri ak, kır imiş,
Bu iki at gerçekten, çok soylu aygır imiş.
Büyükayıysa meğer, atları takip eder,
Bekçilik yapar imiş, kurtlar gelirse eğer.
Atları gözlerlermiş, durmadan izlerlermiş,
Bundan Büyükayıya, "Yedi Bekçi" derlermiş.
Büyükayı, Küçükayı'nın
"Yedi Düşmanı":
Büyükayı
ile ilgili bölümümüzde de göstereceğimiz gibi, Kuzey Asya ve Sibirya
halkları, Büyükayı burcunu, iyi bir gözle bakmıyorlardı. Bu bölge halklarına
göre bütün gezegenler, bu burcu kovalamakta ve ondan intikam almak istemekte
idiler. Bütün bu inanışlar, Büyükayı burcunun yanında gezen, küçük yıldız (Alcor)
hakkında söylenmiş efsanelerin tesiri altında meydana gelmişlerdi.
Efsanelere göre bu küçük yıldız, diğer gezegenlerden çalınmıştı. Bunun için
de Büyükayı burcunun yedi yıldızı birer hırsız ve birer haydut idiler. Yine
efsanelere göre bunlar, haydutları koruyan, birer Tanrı idiler. İşte bu
inanışların tesiri altındadır ki, kuzey bölgelerinde Büyükayı burcu,
Küçükayıyı kovalayan bir düşman olarak sayılmıştır. Görülüyor ki, her iki
efsane de konu itibarı ile birbirlerine yakın idiler. Aralarındaki ayrılık,
daha çok motif ve inanış farkından ileri gelmekte idi:
ATLARI KOVALAYAN KURTLAR
Büyükayı burcu da,
yedi azgın kurt imiş,
Zincirlerin ucunda, gökler burca yurt imiş.
Kurtlar zincirler ile, kazığa bağlanmışlar,
Salınmasınlar diye, iyice sağlanmışlar.
Kutup yıldızı imiş, bu sağlam demir kazık,
Avları yıldız imiş, burçlaraysa çok yazık!
Küçükayı burcunda, iki ak, boz at varmış,
Zincirler ucundaki, kurtlara gökler darmış.
Her şeyi kaparlarmış, kurtlar bir salınsaymış,
Kıyamet de koparmış, düzensiz kalınsaymış.
Altay ve Güney Sibirya
efsanelerinde de "Yedi Köpek" den sık sık söz açılıyordu. Sembolik (Metaphorical)
olarak söylenen bu deyimin, Büyükayı burcunu ifade etmesi muhtemeldi. "Cedey-Han'ın"
"Yedi Köpeği", Altın Dağ'ın kapısında nöbet bekliyordu. Bu Altın
dağın, göğün direği ve dolayısı ile Kutup yıldızı, yani "Demir kazık"
olması muhtemeldi. Başka bir efsanede de, "Yedi Kurt bir kısrağı
kovalıyorlardı". Bu efsaneleri, gerçek anlamları ile değerlendirmek için, bu
sembolleri de bilmek lâzımdır.
7. BÜYÜKAYI BURCU
"Büyükayı burcu da, azgın kurt imiş,
"Zincirlerin ucunda, gökler burca yurt imiş!..."
Eski bir Türk Efsanesi
Bu burcun en eski türkçe adı, "Yediger"dir. Bu ad şimdi bile, Anadolumuzun
birçok yerlerinde yaşamaktadır. Tabiî olarak Anadolu Türkleri buçok eski
türkçe burc adını anlamamışlar ve onu türlü şekillere sokmuşlardı. Kimi
"Yedi kör" demiş, kimisi de "Yedi ker", yani "Yedi eşek" anlamına
getirmişlerdir. Böylece de Anadolu'da birçok efsaneler türemiştir.
Anadolu'nun kıyı bölgelerinde, bu burca "Gemi yıldızı" denir. "Kömük"
diyenler de vardır. Bu deyim de Türk kültürü bakımından ayrı bir önem taşır.
Burcun en eski türkçe adı, hiç şüphe yok ki "Yediger" idi. X. yüzyıldan
sonra "Yedigen", yani "Yedili" haline girdi. Meselâ Kutadgu Bilig'de şöyle
deniyordu:
"Yedigen götürdü, ta yukarı başına,
"Başka bir ışık saçtı, parlattı her yanını!"
Altaylıların kuzeyindeki Türkler bu burca, "At yettegen", yani "Yedi at",
"At yedilisi" demişlerdi. Kırgız Türkleri ise, Büyükayı burcunun
yıldızlarını "Yedi dağ koyunu" gibi düşünmüşler ve bunun için de ona "Yeti
arkar" adını takmışlardı. Türkler, Büyükayı burcunun sağ tarafında parlayan
ikili yıldız topuna da büyük kıymet vermişlerdi. Anadolu'muzda bu iki
yıldıza "İki karındaş" veya "İki kardeş" de denir. Ortaasya Türkleri ise
bunları, "Koş Öğüz", yani "Çift Öküz" adı ile anmışlardır.
"Büyükayı", yani "Yedikardeşler" burcu hakkında, Ortaasya ve
Sibirya'da söylenen efsaneleri, başlıca iki gruba ayırabiliriz:
1. Batı Sibirya halkları, Yedikardeşler burcuna, genel olarak "Geyik" adını
verirlerdi. Ortaasya Sibirya ve Altay dağlarının kuzeylerine gelince,
efsaneler daha da durulaşır ve bu burca, geyik denmesinin sebepleri
anlaşılırdı. Meselâ Yeniseyliler, yalnızca dört köşe olarak dizilen dört
yıldıza, "Geyik" adı verilirken; baştaki üç yıldıza da "Avcı"
derlerdi. Bu, "Üç avcı ve dört geyik" motifi, Yedikardeş burcu ile
ilgili efsanelerin en açık ve en berrak motifleri idiler.
2. Yedi yıldızı, "Yedi kardeş" olarak kabul eden efsaneler, Orta ve Batı
Asya Türklerinin, inanışlarına da uygundur. Bu ikinci tür efsanelerde, yedi
yıldızı, 4 ve 3 diye, ikiye ayırma pek görülmüyordu.
Bunların hepsi de, "7 kardeş", "7han" veyahut da "7 hırsız" şeklinde, hep
beraberce rol oynuyorlardı.
Eski Türkler, Yedikardeşler burcuna, Yetigen derlerdi. Bundan da anlaşılıyor
ki, onlar da bu yedi yıldızı, bir bütün olarak düşünüyorlardı.
Büyükayı burcunun gezişi ve aldığı duruşlar, bir "Takvim" ve "Hava raporu"
olarak da işe yaramıştı. Kuyruğunun gösterdiği yöne göre, mevsim değiştirdi:
"Kuyruk doğuda ise bahar, güneyde yaz, batıda sonbahar ve kuzeye kayan
kuyruk da, kışın geleceğini haber verirdi. Burcun gerilemesi ve ışıklarının
azalması, don başlangıcını; daha ışıklı ve parlak olması da kar yağışı ile
sıcakların artacağını gösteren alâmetlerdi". Çünkü kuzey bölgelerde,
karın yağması da bir müjde idi.
Ortaasya'nın eski atlı Türkleri, bu burca büyük bir önem verirlerdi. Anadolu
ile Ortaasya'yı bir derviş kıyafeti ile gezen H.Vambery'nin de, bu burca
verilen önem gözünden kaçmamıştı. Bu meşhur yazarın anlattığı efsaneyi
özetler kısmında bulacaksınız. Ona göre, "Kırgızlar bu burca, Yedi
Karaçkı, yani Yedi haydut derlerdi. En uçtaki iki yıldız, Ak-Boz at ile
Kök-Boz adlı iki aygırdı. Ak-boz deyimleri, bu atların renklerini
gösteriyorlardı. Ortadaki yıldızı da, bir nevi arabanın oku oluyormuş. Bu
suretle bu iki at, Kutup yıldızına koşulmuş olarak gökte koşarlarmış".
Vambery de, bu efsanenin su katılmamış bir Türk görüşü olduğunu söyledikten
sonra, hayranlığını belirtmekten geri durmamıştı.
"Yedi Han" ve Büyükayı burcu:
Altay Türkleri genel olarak, Büyükayı burcunun yedi yıldızını, "Yedi Han"
olarak kabul etmişlerdi. Ortaasya'da Büyükayı burcu, diğer gezegenlerin
düşmanı olarak görülmüştü. Gezegenlere yaptığı savaşların sonu gelmezmiş.
Bunun için de diğer gezegenler, Büyüayı burcundan intikam alma ve kan davası
peşinde imişler:
Göklerin "Yedi Han"ı,
Yıldızların Sultanı",
Büyükayı burcuymuş, fakat çokmuş düşmanı.
Pek çok savaş yapmışlar, pek çok da can yakmışlar.
Bunun için yıldızlar, ona kanca takmışlar.
Yıldız "Erkek" ve küçük
yıldız da, "Kız" olarak tasavvur edilmişti. Bu küçük yıldız (Alcor), bundan
sonra vereceğimiz efsanelerin bir çoklarında yer alacaktır. Ortaasyalılara
göre bu küçük yıldız, diğer gezegenlerden çalınmış bir parçadır. Bunun için
de diğer gezegenler, bu küçük yıldızlarını geriye almak için, Büyükayı
burcunu kovalar dururlardı. Yukarıda Altay Türklerinin söyledikleri "Yedi
Han" efsanesi de, böyle bir konu üzerine kurulmuş olmalıydı. Fakat hikâyenin
kısa tutulmuş olması sebebi ile, durum iyice anlaşılmaktadır. Aşağıdaki
özet, Kırgızlara ait bir inanıştır:
Bir gezegenin iki, çok
güzel kızı varmış,
Onların yokmuş eşi yıldızlar hep hayranmış.
Büyükayı burcunun, yedi kardeş yıldızı,
Bir de kızımız olsun, diye çalmışlar kızı.
Yedi kardeşle kalmış, bu parlak küçük yıldız,
Onlara neş'e salmış, Alkor da denen bu kız.
Yıldızlar hep küsmüşler Yedi Hırsız demişler,
Peşlerine düşmüşler, kalın kızsız demişler.
Bu inanışı, Moğollar'da da
görüyoruz. Tabiî olarak bu inanışın, Kırgızlardan mı Moğollar'a; yoksa
Moğollardan mı onlara geçtiğini belirtmek çok güçtür:
Yedi kardeş akmışlar,
bir yıldız çalmışlar,
Bundan dolayı onlar, "Hırsız" adı almışlar.
Tanrısı hırsızların, sevgilisi kızların,
Olmuşlar bunun için, düşmanı yıldızların.
"Yedi aygırlar" ve Büyükayı
burcu:
Büyükayı burcunun yedi yildızı, bazan da "Yedi Aygır" şeklinde düşünülmüştü.
Diğer inanışları tamamlamak üzere, aşağıdaki Buryat rivayetini özetlemeden
geçemeyeceğiz. Bu güzel efsanenin bazı motifleri, Türk mitolojisinin umumî
çizgilerine de benzerlik gösterir. Meselâ "Kuş dilinden anlama" Ortaasya
masallarının bir özelliğidir. "Kargaların gelip fikir vermesi" de, Türk
mitolojisine yabancı bir motif değildir. "Dağ deviren", "Deniz yutan", "Ok
atan" kardeşlere, yolda rastlama motifi de Türk masallarının bir
özelliğidir. Burada da küçük yıldız, yine kaçırılmış bir kız rolündedir:
Fakir bir adam varmış,
karga dili anlarmış,
Han'ın hasta kızına, kargadan derman almış.
Hastalığı gidermiş, Han'da rahata ermiş,
Armağan olsun diye, atlı ak aygır vermiş.
Adam yola koyulmuş, altı arkadaşbulmuş,
Altı arkadaşın da, hünerleri pek bolmuş.
Biri iyi koşarmış, biri deniz yutarmış,
Biri ise dünyada, ne dense duyarmış.
Atları paylaşmışlar, Han'la karşılaşmışlar,
Han kızını verince, alıp uzaklaşmışlar.
Halk kızıp hücum etmiş, öldürüp ezecekmiş,
Tanrı buna üzülmüş, onları göğe çekmiş.
Çin mitolojisinde de bu
küçük yıldız (Alcor), önemli bir rol oynar: "Büyükayı burcunun dört
yıldızının teşkil ettiği dörtgen, (Çinlilere göre), büyük bir Tanrının
oturduğu, bir araba idi. Bu araba da üç yıldız tarafından çekilirdi. Burcun
dirseğinde bulunan küçük yıldız ise, gökte uçan bir melek tarafından
tutularak, arabadaki Tanrıya sunulmakta idi". Burada da görülüyor ki,
Çinliler, bu küçük yıldızı burçtan ayrı saymışlardı. Bize göre, Buryatların
Büyükayı burcu hakkındaki esas efsaneleri, daha başka türlü anlatılmıştı.
Buryatlara göre bu burcun dört yıldızı, dört ölünün kafatası idiler. Onların
arasında anlatılan bir efsaneye göre: "Büyük bir kahraman çıkmış ve 7
Kara-Demirci'yi öldürmüş. Onların kafataslarını boşaltarak, bunlardan dört
tane şarap kâsesi yapmış. Sonra da, kafataslarından yaptığı bu kâseleri,
gökte unutmuş ve aşağıya inmiş. Çünkü, bu kafataslarından o kadar çok şarap
içmiş ki, artık bunları düşünümez olmuş. İşte, gökte parlayan 7 demircinin
bu kafatasları, Büyükayı burcunu meydana getirmişler. Bunun için de,
Büyükayı burcu, her zaman demircileri korurmuş. Demirciler de onlara, kurban
verirlermiş". İşte Buryat Moğollarının, Büyükayı ile ilgili gerçek
efsaneleri bu olmalıydı. Çünkü Buryatlar da, "Demirci" deyimi,
sembolik olarak Şamanlara verilen bir unvandı. Kara Demirciler ise Kara-Şamanlar'dı.
Demircilerle ilgili bölümümüzde bu konu üzerinde durmuştuk.
Orta Sibirya ile Batıdaki efsaneler, daha çok geyik motifi üzerinde
kurulmuştur. Bazılarına, meselâ Samoyed'lere göre Büyükayı burcu bir geyik
idi. bir avcı olan, Kutup yıldızı tarafından kovalanıyordu.
8. TERAZİ BURCU
"Terazi burcu gökte, bir yay gibi durmuş,
"Avcıları da sözde, yılnız bu burç korurmuş!..."
Bir Türk Efsanesi
Önasya kültürlerinde "Mizân" ve "Terazi" adı verilen bu burca,
eski Türkler "Ülgü" derlerdi. Öyle anlaşılıyor ki bu eski türkçe
deyim de, yine "Terazi" sözünden tercüme yolu ile meydana gelmişti.
Çünkü eski Türkler, teraziyi ülgü adını veriyorlardı. Eski Türkler Terazi
burcuna "Karakuş" da derlerdi. Bu burca niçin Karakuş dendiğini
bilmiyoruz. Fakat herhalde en eski Türk deyimi, Karakuş olsa gerekti.
Ortaasya Türkleri genel olarak İran kültürlerinin tesirleri altında
kalmışlar ve Anadolu'da olduğu gibi, "Terazi" veya "Tarazı"
deyimini kullanmışlardı. Altay'daki Teleüt ise, Terazi burcuna "Üç Miıgak"
demişlerdi. Bununla ilgili efsaneyi aşağıda anlatacağız.
Anadolu'da, "Terazi burcu" deyimi çok yaygındır. Fakat bu burca, Osmanlı
devletinde bile, "Beş karındaş" adı verilmişti. Köylüler arasında ise,
onlara "Beş kardeşler" denir. Türk mitolojisinde, üçü ana yıldız ile, iki
yan yıldız birbirinden ayrılmıştı. Üç yıldız, göğe kaçan geyikler ve iki yan
yıldız ise, onları kovalayan avcı ile yayı olmuşlardı. Bu burca, yalnızca
"Üç arkar", yani "Üç dağ koyunu" diyen Türkler de vardır.
Hiç şüphe yok ki, bu burcun en eski türkçe adı "Karakuş" idi. Bu
burcun, genel olarak doğudan doğması sebebi ile, Türkler Terazi burcuna ayrı
bir önem vermişlerdi? Türk dilinin ve kültürünün sonsuz bir hazinesi olan
Kutadgu Bilig, şöyle diyordu:
"Doğu yönden Karakuş
kopup gökte yükseldi,
"Düşman ateşi gibi, gökleri ışık deldi!"
"Bakagördü doğudan, Karakuş çıkıp, doğup,
"Kopa gelmişti yerden, çıplak yalın teg olup!"
Bu burca, Ortaasya'da "Kesil"
ve Andoluda'da, "Kuyruk yıldızı" diyenler vardır. Fakat bu deyimlerin
Türk mitolojisindeki yerlerini iyice belirtemiyoruz.
Bu burç, Arapların "Cevza" veya "Seyf ül Cebbar" dedikleri
üçlü yıldız kümedir. Avrupalılar, Arapların tesiri altında kalarak, "Orion
kılıcı" deyimini de kullanmışlardı. Anadolu'da bu burçla ilgili birçok
inanışlar vardır. Ünlü Gaziantepli bilgin mütercim Asım Efendi'ye göre, "Bu
burçta, hırsla çomak kaldırmış ve başkasına vurmak isteyen bir adamın hayali
de görülür. Ayrıca iki yıldız arasında da bir 'tavşan' vardır". Asım
Efendi bu açıklamasında, eski Türk inançları ile İslâmiyetin getirdiği
bilgileri, bir arada göstermeğe çalışmıştır.
Ortaasya ve Sibirya efsanelerinde bu burç da, Büyük ve Küçükayı burçları ve
Kutup yılıdızı ile ilgili görülmüştü: "Terazi burcunun üç yıldızı (hemen
hemen bütün efsaneler de) usta bir avcı tarafından amansız bir şekilde
kovalanan ve canlarını kurtarmak için kendilerini göğe atan Üç geyik gibi
tasavvur edilmişlerdi". Bu efsanenin, dışına çok az yerlerde
çıkılmıştır. Meselâ Yenisey vadilerinde, Terazi burcunun üç yıldızının, üç
geyik kafatası olduğuna inananlar da vardır. Fakat bu gibi hikâyelere çok az
rastlanır.
Terazi burcu hakkındaki efsaneleri de Potanin toplamıştır. Burada özetlerini
vereceğimiz inanışların çoğu, bu ünlü seyyahın kitaplarından alınmştır.
Yalnız yine bu kitapta bulunan Tunguz lara ait bir efsane, diğerlerinden
açık bir şekile ayrılmaktadır. Bu sebeple bu efsaneye, daha başlangıçta özel
bir önem vermeği doğru buluyoruz. Bütün efsanelerde, "Üç geyik ile bir
avcı" motifi, genel olarak görülen bir özelliktir. Fakat Tunguz
efsanesindeki bu avcının, "Başı insan ve gövdesi de at" idi. Bu, eski
Yunan mitolojisinin "Kentaur"undan başka bir şey değildi. Bu motif,
Sibirya'daki Tunguzlara nasıl gelmiş ve nasıl girmişti? Yoksa bu yerli, bir
motif mi idi? bu mesele şimdilik karanlıktır. Kentaur şeklindeki bu avcının
attığı oklar da, diğer efsanelerde olduğu gibi, birer yıldız olmuşlardı. Bu
yıldızlar için de, aynı efsaneyi anlatan Tunguzlar, onlara "Ateşli
yıldızlar" adını verirlermiş. Terazi yıldızı Çin'de zaman ölçme ve
takvim bakımından çok önemli görülmüştü. Bu sebeple Çin tesiri altında kalan
bazı Ortaasya kabileleri, terazi burcuna bu bakımdan da önem vermişlerdi.
Bununla beraber Bektaşîler yarı şaka da olsa, burçları ele alıp bazı şiirler
düzmemiş değillerdir. Meselâ Azmî Baba, Terazi (Oron) burcu için şöyle
diyor:
"Mizân iki göz terazi yaptın,
"Bakkal mısın, yoksa dükkâncı mısın?
Tabiî olarak bu şiir de İslâmî düşünceye göre söylenmişti. Eski Türkler
Terazi burcuna Kara-kuş derlerdi. Bunun için de herhalde ayrı bir efsane
vardı.
Üç geyiğin bir avcı tarafından kovalanması ve bu geyiklerin göğe çıkarak,
Terazi burcunun üç yıldızını meydana getirmeleri ile ilgili efsaneler,
Ortaasya kavimlerinde çok yaygındır. Teleüt Türklerine ait inanışları,
aşağıda özetlemekle işe başlıyoruz:
Görmüş üç ay geyiği,
Kuguldey adlı biri,
Tutamamış onları, ne ölü, ne diri.
Geyikler koşuşmuşlar, iyice yorulmuşlar,
Bakmışlar olmayacak, kalkıp göğe uçmuşlar.
Avcı arkadan bakmış, iki ok göğe atmış,
Tıpkı yıldızlar gibi, okları göğe çıkmış.
Geyikler gökte kalmış, her yana ışık salmış,
Avcıyı bekler gibi, üçlüce sıra almış.
İki ok gökte gezmiş, biri geyiği delmiş,
"Kanlı Yıldız" demişler, fakat parlak güzelmiş.
Öbür ok bir ak yıldız, atı bir parlak yıldız,
Avcının kendisi de olmuş bir şakrak yıldız.
Ortaasya'nın daha güney
bölgelerinde anlatılan aşağıdaki efsane, yukarıdaki Teteüt efsanesinin biraz
daha kısaltılmış ve oldukça da bozulmuş bir şeklidir. Öyle anlaşılıyor ki,
gökteki bazı yıldızlara da aç köpeği, av doğanı gibi adlar veriliyordu. Bu
adlar da, böyle bir efsane ile birbirlerine bağlanmıştı. Fakat Terazi
burcunun bir "yay" olarak tasavvur edilmesi, oldukça yayılmış bir inanıştır:
Bir avcı varmış yerde,
geyikleri avlarmış,
Geyik bulursa nerede, dünya geyiği darmış.
Bir son vereyim demiş, geyiklerin kökünü,
Tanrı avcıyı çekmiş, kendi mavi göğüne,
Avcının yayı oku, terazi burcu olmuş,
Doğanı ile atı, ayrı burca koşulmuş.
Terazi burcu gökte bir yay gibi dururmuş,
Avcılar da sözde yalnız bu burç korurmuş.
Aşağıdaki Kırgız
Türklerinin efsanesinde de görüleceği üzere, burada üç geyik motifi
yerlerini almışlardır. Şimdiye kadar gözden geçirdiğimiz efsanelerde genel
olarak bir tek avcı vardı. Burada üç avcı yer almaktadır. Ayrıca diğer
efsanelerde olduğu gibi, göğe atılan oklar da birer yıldız olmuşlardı:
Terazi burcu imiş, üç
tane dağ koyunu,
Üç avcı bitirmişler, bu geyiğin soyunu.
Uçup gökte durmuşlar, bu geyik kaçarak,
Birer yıldız olmuşlar, ışık, ısı saçarak,
Her üç avcı ok atmış, yıldız olmuş okları,
Etrafa ışık saçmış, gökte gezer çokları.
Avcıların her biri, olmuşlar birer yıldız,
Ama gökte solmuşlar, kalmışlar yapayalnız.
9. ÜLKER BURCU
"Gör, Ülker savrulmuş,
"Uçukmuş tüne!..."
Eski bir Türk Şiiri
Ülker burcunun altı yıldızı, Dünya mitolojisinde olduğu kadar, Türklerin
günlük hayatlarında ve efsanelerinde de önemli bir yer tutmuştur. Anadolu'da
da bu yıldıza Ülker veya Ürker derler. Bu söyleniş, hemen hemen bütün Türk
lehçelerinde aynı gibidir. Bu deyimin doğrusu, tabî olarak Ülker idi. Yine
bütün Türk kavimlerinde, ikinci bir adı bulunmayan tek yıldız da bu idi.
"Ülker" sözü, Anadolu'dan Kuzey Buz Denizine kadar uzanan bütün Türk
ağızlarında, "sıra ve dizi" anlamına gelir. Bu sebeple "Ülker"
sözü, burçların ve topyıldızların umumi bir adı olarak kullanılmıştı. Ülker
burcu, aslında altı yıldızdır. Fakat dünya mitolojilerinde bunlar, yedi
yıldız olarak kabul edilmişlerdi. Bu sebeple Avrupalılar da Ülker burcuna, "Yedi
kız kardeş" demişlerdi. Anadolu'da, Ortaasya ve Sibirya'da türkçe
konuşan halklar ise bu yedi kızdan birinin, Büyükayı burcu tarafından
kaçırıldığına inanıyorlardı. Bu sebeple Anadolu'da da Ülker burcuna, "Yediger,
Yedigen, Yedi Kardeş, Yediler, Yedi Kandil" adları verilmiştir. Aslında
"Yediger", Büyükayı burcunun adı idi. Anadolu'da, bu iki burcun
adlarını karıştıranlar pek çoktur. En eski türkçe bir deyim olan "Yediger"
sözü, Anadolu'da, "Yâdi ker, Yedi yar, Yedi yarlar" şekline girmiş ve bu
bozulmuş deyimler üzerine de efsaneler düzülmüştür. Ülker burcunun
yıldızları çok yanaşıktırlar. Bunun için Anadolu'da, onlara "Topçalar"
da derler. Bu deyim oldukça geç zamanlarda meydana gelmiş olmalıdır.
Eski Türkler, yıldızların da ışık verdiklerine inanırlardı. Anadolu'daki
Türk kızları, güzellik bakımından diğer Türkler arasında büyük bir ün
yapmışlardı. Bu sebeple eski kültür hazinemiz Kutadgu Bilig, Ülker yıldızını
Anadolu Türkmen kızlarına benzetmektedir:
"Yüzün gizledi yere,
Rumeli kızı,
"Acunun benzi oldu, bir zenci yüzü,
"Aklı gelmedi durdu, baktı bir yana,
"Gör, Ülker savrulmuş, uçukmuş tüne!..."
Yıldızlar hakkındaki
bölümümüzde giriş yaparak, Türk kavimlerinin yıldızları, tıpkı göğün bir
deliği gibi zannettiklerini söylemiştik. Fakat Ülker burcunun altı yıldızı,
göğün en önemli deliklerinde altı tanesi olarak sayılıyordu. Gerçi Kutup
yıldızının deliği, göğün bir nevi kutsal kapısı idi. Tanrıya gidiş ve geliş
hep bu kapıdan olurdu. Fakat, "Ülker yıldızının altı deliği de, yeryüzüne
sıcak veya soğuk havalar sokan ve iklim değişiklikleri meydana getiren
kapılardı". Bu meselenin efsanelere konu teşkil etmiş olmasına rağmen,
gerçekle de ilgisi yok değildi. Anadolu'da bile, kasım ayında başlayan
fırtınalara "Ülker dönümü" denirdi.
Yakut Türkleri, Ülker'in geziş düzeni ile meydana gelen iklim
değişikliklerini daha ince düşünmüşler ve bunu şiirleştirmişlerdi. Onlara
göre, "Zühre yıldızı güzel bir kız Ülker de yakışıklı bir delikanlı imiş.
Her ikisi de birbirlerine kalpten vurulmuşlar ve karşılaşmak için fırsat
kollarlarmış. Karşılaşınca da gönüllerinden taşan büyük aşk ve sevgi
hisleri, yeryüzünün kar fırtınaları içinde kalmasına sebep olurmuş".
Tabiî olarak bu, güzel bir efsane idi. Fakat bu yakıştırma, Yakutların
oturdukları bölgelerin astronomik ve iklim gerçeklerine uyuyordu. Yine
onlara göre, "Ay ile Ülker arasında bir düşmanlık da vardı. Bir defa da
kendi yollarında çarpışmışlardı".
Tanrı dağları ile Altay bölgelerinde Ülker, efsanevî bir böcekle ilgili
görülmüştür. Efsanelerin özetini, bu bölümde vereceğiz. Sözü geçen böceğin
de, sıcak ve soğuk havalarla ilgisi vardı. Öyle anlaşılıyor ki, "İnsanlara
rahatlık veren sıcak havaları da, yine Ülker burcu veriyordu". Nitekim
Altaylarda söylenen bir Şaman duasında Ateş için, "Ülker yıldızı arkadaşın
ve Tanrıdan da fermanlısın" denmektedir.
Genel olarak Dünya mitolojisinde de Ülker burcu, "Yedi Yıldız" olarak
tasavvur edilmiştir. Türklerde de böyledir. Efsaneye göre, "Büyükayı burcu,
Ülker'in, yıldızlarından birini çalarak yanında alıkoymuş. Bunun için de
Ülker burcu gökte, hep Büyükayı burcunu kovalar ve yıldızını almak
istermiş". Herhalde bu efsaneden dolayıdır ki, Kırgızlar, Büyükayı'ya "Yedi
Karakçı", yani "Yedi haydut" demişlerdi.
Ülker burcu hakkında söylenen Kırgız Türklerinin efsanesi ile Altay
efsaneleri arasında büyük bir fark yoktu. Ayrılıklar, ancak küçük özellikler
bakımındandı. Meselâ Altay'da, "Meçin" adlı hayvan çok zararlı olarak
gösterilmiştir. Kırgızlara göre ise bu, faydalı bir hayvandır ve bunun için
de Tanrı tarafından bile korunmuştur. Her iki efsanede de inek, bu hayvanın
başlıca düşmanı ve yokedicisidir. Bu güzel Kırgız efsanesi şöyledir:
Ülker burcu da yine,
yeşil iri böcekmiş,
Soyu kurtulsun diye, Tanrı göklere çekmiş,
Koyunlar çok severmiş, inekler yiyemezmiş,
Tanrı koyuna vermiş, kimse çiğneyemezmiş.
Deveyle inek gelmiş, tırnakla tekme vurmuş,
Yeşil böceği delmiş, böcek de öle durmuş.
Tanrı böceği çekmiş, altılı yıldız yapmış,
Kutsal güzel böcekmiş, insanlar ona tapmış.
Bazan yere göçünce, bereket bol olurmuş,
Bataklığa düşünce, kuraklık sel olurmuş.
Öyle anlaşılıyor ki, Ülker
yıldızı ile "Meçin" adlı hayvan hakkında anlatılan efsanelerin,
bozulmamış şekli ve kökü, Kırgızlar arasında yaşıyordu. Aşağıdaki Altay
efsanesi, bilhassa ay ile ilgili efsanelerin fazla tesirinde kalmış gibi
görünüyor. Ay ile ilgili bölümümüzde verdiğimiz bir metinde bu efsanenin
diğer bir benzerini görebiliyoruz. Ay ile ilgili efsanede, "Yelbegen adlı
bir dev, yeryüzündeki bütün canlıları yeyip bitirmekle meşgul idi. Tanrı,
insanların kurtulması için, devin ortadan kaldırılmasını, ay ile güneşe
emretmiş. Ay, bu emri yerine getirerek, devi almış getirmiş ve yeraltına
hapsetmiş". Burada ise Büyükayı burcu, Göklerin hakanıdır. Yeryüzünü
yeyip bitiren hayvanın yok edilme işini, at ile ineğe verir. Tabiî olarak bu
efsanede garip bir durum meydana gelmiştir. Kırgız efsanesinin inek
motifinden de ve Altay destan üslûbundan da vazgeçilmemiş, bu yolla da,
böyle karanlık bir efsane ortaya çıkmıştır:
İnsanları hep yermiş,
Meçin adlı bir böcek,
Hayatlara son vermiş, çıkmamış yok edecek,
Yedi kardeşler burcu, tüm göklerin Hanıymış,
Atı ile ineği, kendi kahramanıymış.
İnek yerlere inmiş, böceği delmiş demiş,
Büyük soğuklar dinmiş, havalar güzelleşmiş.
Böceğin bacakları, çıkmış göklere uçmuş,
Yeşilmiş saçakları, ülkeler en güzel burçmuş.
Yedi Hakan kardeşler, bir parça aşırmışlar,
Bunu duyan Ülkerler, peşine takılmışlar.
Aynı konu ile ilgili diğer
bir Altay efsanesinde, yerli motifler daha hafiflemiş ve Kırgızların
söylediği esas efsaneye daha çok bir yakınlaşma olmuştur. Artık bu efsanede,
Kırgızların inandıkları iklim ile ilgili konular da yer almıştır.
10. ZÜHRE YILDIZI
"Zühre yıldızı çıkar, çobanların korurmuş.
"Tayları doğurturmuş, atlar esen dururmuş!..."
Bir Türk Efsanesi
Batı âleminde Venüs, Önasya'da da Zühre, v.s. gibi adlarla anılan bu yıldız,
her iki dünya mitolojisinde de büyük bir yer tutmuştur. Türk mitolojisinde
de bu, Kutup yıldızından sonra, en fazla önem kazanan bir yıldız olmuştu.
Türklere göre bu yıldız, çok güzel bir kız idi. Batıdaki Venüs ve Zühre de,
daima kadın güzelliğinin bir sembolü olmuşlardı. Sibirya'nın buzlu
tundralarında ve karanlık bölgelerinde yaşayan, uzun zamandan beri medenî
âlemle ilgilerini kesmiş bulunan Yakut Türkleri Batıdan nasıl ilham
almışlardı? Öyle anlaşılıyor ki Türklük, çok eski çağlardan beri Batı ve
İran mitolojisi ile bu bakımdan bir bağ kurmuş bulunuyordu.
Türk Halk edebiyatında Zühre Yıldızı:
Türk lehçelerinde Zühre yıldızına ne gibi adlar verildiğini yukarıda
incelemiştik. Bu adların hepsi de bir efsanenin gereği olarak verilmişti.
Veyahut da bu adlara göre yeni efsaneler düzülmüştü. Türk halk edebiyatında
bu yıldızlara umumiyetle "Kervan Kıran" adı verilir. Bunun da bir
efsanesi vardır.
Anadolu'daki "Kervan Kıran" deyimi, herhalde Türklerin çok eski ve
müşterek bir efsanesine dayanmış olsa gerekti. Tanrı dağlarının vadilerinde
yaşayan Kırgız Türkleri de Zühre'ye "Kervan Culduz", yani "Kervan Yıldızı"
derlerdi. Herhalda Anadolu'dan, ta Tanrı dağlarının vadilerine kadar gitmiş
bir tesir pek bahis konusu olmasa gerekti.
Osmanlıların ilk çağlarında bu burca, "Erte Yıldızı" denirdi. "Erte, gece
ile şafak arasındaki zamandır". Sibirya'nın güneyindeki Tundralarda yaşayan
Sağay Türkleri de bu yıldıza, "Erta Solbanı", yani "Erte Çolbanı" derler.
Yine aynı Türkler bu yıldıza, Anadolu'daki "Tan yıldızı" gibi, "Tang solbanı"
da derler. "Solban", Anadolu'daki "Çolpan" dan başka bir şey değildi. Az
sonra vereceğimiz örneklerle açık olarak görceğimiz gibi Zühre, "Atları
koruyan, çoban Tanrısı" idi. Anadolu'daki bu burca "Çoban yıldızı" denmesi,
Ahmet Vefik Paşa'yı bile hayrete düşürmüştü. Gerçi "Çoban" ile "Çolpan"
sözleri birbirlerine yakın idiler. Ama hiç kimse de "Çoban"ın ile "Çolpan"
dan geldiğini söyleyemiyordu. Bütün bunlardan hissediyoruz ki, Bering
boğazından Anadolu'ya kadar uzanan Türk âleminde, bazı müşterek his ve
fikirler vardı.
Bu yıldız sabaha karşı doğar. Bunun için de Anadolu'nun birçok yerlerinde
"Sabah yıldızı" da denmiştir. Bu yıldıza "Akyıldız" diyenler
bulunduğu gibi, Doğu Anadolu'da Sarı-Yıldız, Kanlı-Yıldız, Mavi-Yıldız da
denir. Bilindiği üzere bir kervan, bu yıldızın erken doğması yüzünden gece
yarısı yola çıkmış ve bu yüzden de haydutlar tarafından yok edilmişlerdi. Bu
olayı anlatan Türkü, Şarkışlalı Âşık Veysel tarafından söylenmişti. Fakat
senelerce Erzurum'da öğretmenlik ve halkevi reisliği yapan Murad Uraz, bu
türkünün daha orijinalini Erzurum'da bulmuştur. Aşağıdaki şiir Murad Uraz'ın
derlediği şarkıdan alınmıştır:
"Kanlı yıldız, Sarı yıldız,
"Sunam ağlar, Sarı yıldız,
"Selâm götür, sen al yıldız,
"Yaldız ey, yıldız, yıldız, yıldız!"
Bu efsanenin Ortaasya variyantını da tespit etmiş bulunuyoruz. Eski Türkler
de bu yıldıza "Yaruk yulduz", yani "Parlak yıldız" derlerdi.
Kaşgarlı Mahmud'un sözlüğünde verilen çok eski bir Türk şiirinde, Zühre
yıldızının doğuşu ve sabahın oluşu şöyle anlatılıyor:
"Yaruk yulduz togarda, udhnu kelip bakarmen,
"Satulayu sayraşıp, tatlığ ünün kuş öter!"
"Parlak yıldız doğanda, uyanarak bakarım,
"Gevezilik ederek, tatlı sesle kuş öter!"
Eski Türk edebiyatında da Zühre, güzelliğin bir sembolü idi. Nitekim
Karahanlı çağının türkçe şaheseri Kutadgu Bilig, yıldızı için şöyle diyordu:
"Beşinci Zühre çıktı, vurdu güzel yüzünü,
"Sabah vakti karşıla, sen de avut gönlünü!..."
Yakut Türklerine göre Venüs veya Zühre, "Çok güzel bir kız imiş ve Ülker
yıldızını severmiş. Bu iki sevgili, gökte ne zaman karşılaşırlarsa,
kalplerinden büyük aşk ve sevgi fırtınaları kopar, bu suretle yeryüzü kar
fırtınaları içinde kalırmış". Yakutlar kötü havaların nedenini hep bu
sebebe dayarlarmış, bu inanışta, bir gerçek payı da yok değildir. Çünkü,
Zühre ile Ülker'in yaklaşma zamanı, kuzey bölgelerinde altınca aya tesadüf
ediyordu. Tabiî olarak bu altıncı ay, Yakutların takvimine göre hesaplanmış
bir çağdır. Bu ayda kuzey bölgelerinde, büyük fırtınalar olurdu.
Kırgızlar'a göre ise, "Zühre yıldızı, Ay'ın kızı idi. Ülker de, Ayın
oğludur.
Türkler, genel olarak bu yıldıza "Çolpan" derlerdi. Bu söz, diğer Türk
lehçelerinde "Çolpon" ve Anadolu'da da "Çoban yıldızı" haline girmiştir.
Bununla beraber Anadolu'da bu yıldızla çobanlar arasında bir çok bağlar
bulunmuş ve buna göre de türlü şekilde anlatılan birçok masallar
düzülmüştür. Moğollar da bu yıldıza, "Solbon" veya "Sulbun" derlerdi. Öyle
anlaşılıyor ki bu yıldızın adı, Moğollara da Türklerden girmişti. Türkler,
genel olarak bu yıldıza "Tang Yulduzı", yani "Tan yıldızı" demişlerdir. Bu
da, sabahla ilgisi dolayısı ile idi. Anadolu'da ise, "Sabah yıldızı" deyimi
kullanılır. Türkler, yıldızların parlaklıklarına bakarak, ad vermişlerdi.
Meselâ eski Türkler Zühre'ye "Yaruk yulduzı", yani "ışık yıldızı"
demişlerdi. Anadolu'da buna benzeyen bir deyim görüyoruz. Anadolu'nun birçok
yerlerinde Zühre'ye "Ak yıldız" denir.
Bu yıldız, Altay ve Sibirya efsanelerinde de önemli bir yer tutar. Meselâ, "Efsane
kahramanlarından biri gördüğü bir rüyada, sağ tarafından güneşin, sol
yanında da ayın durduğunu görmüş. Güneyde ise, Zühre yıldızı parlıyormuş".
Bu bölgelerde Zühre yıldızı genel olarak güneyi temsil eden bir sembol idi.
Zühre yıldızı, "Atların koruyucusu":
Güney Sibirya halklarının birçoklarına göre Zühre yıldızı, atların ve at
sürülerinin koruyucusu idi. Bunun için büyük at sürülerine sahip olan
kimseler, Zühre yıldızına kurban keserler ve kurban etleri ile şarapları
ateşin üzerine dökerek, bunların dumanını ve kokusunu Zühre yıldızına
gönderirlerdi. Zühre yıldızının yanında parlayan iki küçük yıldız da, onun
çobanları olarak kabul edilirdi. Çünkü Zühre yıldızının da büyük at sürüleri
vardı. Bu iki çoban da onun sürülerine bakardı. Bunun içindir ki at
çobanları da, bu iki küçük yıldızı kendilerine uğur getiren bir yıldız
olarak kabul etmiş ve onlar için kurbanlar sunmuşlardı.
Hind mitolojisine göre Zühre yıldızı "Aşvin" adlı bir Tanrı idi. Bu Tanrının
diğerlerinden farkı, daha ziyade bir ata sahip olması ve at üzerinde gezmesi
idi. Öyle anlaşılıyor ki, Sibirya an'anelerinde de biraz Budizm'in tesirleri
mevcuttu. Fakat Hindistan'da at kültürü ve büyük at sürüleri yoktu. Bu
sebeple bu inanç Ortaasya'ya gelince, atlı Türklerin hayatlarına uymuş ve
tamamı ile yerli bir inanış haline girmişti. Belki de bu inançlar,
Ortaasya'da eskiden beri mevcut idi. Bu efsanelerin en tipik örnekleri
Buryat'larda görülür. Bu konuda bir fikir vermek için, bu efsanelerin birer
özetini sunmağı faydalı buluyoruz:
ZÜHRE YILDIZI, ÇOBAN
YILDIZI
Zühre yıldızınınmış, yerdeki bütün atlar,
Onları hep korurmuş, esen bulurmuş tüm atlar.
İki çobanı varmış, birinin adı Tuğluk,
Çobanlara bakarmış, onda imiş ululuk,
Tuğluk'a herkes tapar, keserlermiş kurbanlar,
Baharda tören yapar, içerlermiş çobanlar.
Kebapların kokusu, ta Zühre'ye çıkarmış,
Şarapların tütsüsü, yıldızları yıkarmış.
Bazan gençlerin çoğu, oynarlar çalarlarmış,
Büyük şenlikler yapar, uykuya dalarlarmış.
Ateşin içine kemikler atarlarmış,
Kemik kokularıysa , Zühre'yi sararlarmış.
Derler ki bazıları, Zühre bir Tanrı idi,
Yalnız korur atları, görevi ayrı idi,
Gece dünyaya iner, doğumları başlatır,
Bazan atlara biner yeleleri ıslatır.
Yayla güz arasında, Zühre parlak doğarmış,
Zührenin ışığında, taylar apak doğarmış.
Bazan Zühre yıldızı, batılara uğrarmış,
Doğu sahipsiz kalır, kurtlara gün doğarmış.
Bu mevsimde çobanlar, sıcaktan hep baygınmış,
Ayıkmış bütün kurtlar, son derece azgınmış.
Zührenin bir çobanı, bir de köpeği varmış,
Zühre yokken tamamı, hiç durmadan yatarmış.
11. SAMANYOLU
"Ortaasyalılara, Samanyolu yol olmuş,
"Rüzgârdan atlılara, Avrupa hep kul olmuş!..."
Samanyolu, insanların hayallarını işleten ve hislerini geliştiren bir konu
olmuştur. Böyle güzel bir konunun, elbette ki Türk mitolojisinde de bir yeri
vardı. Türklerin çok önceleri, Samanyolu hakkında belirli bir düşünceleri ve
bu yolun nedenlerini bile açıklayan efsaneleri vardı. Yeni devletler
kuruldukça ve Türk kavimleri etrafa dal budak saldıkça, bu düşünce yalnızca
sözlerde kalmış ve yeni dış tesirler kendilerini göstermeğe başlamışlardı.
Meselâ bugün türkçemizde kullandığımız Samanyolu deyimi, Türk mitolojisine
ve Türk düşünce düzenine dayanan bir söz değildir. Bu deyim, daha çok İran
mitolojisi ile edebiyatından girmiştir. İranlılar bu yola "Kahkeşân", yani
"Saman çeken" derlerdi. Bu söz osmanlıcaya, "Kehkeşân" şeklinde girmiştir.
İran efsanelerine göre, "Samanyolu, gökte saman çekilirken, yere düşen
saman tozlarından ve saman parçalarından meydana gelmişti".
Türkler bu efsaneleri alarak, kendilerine benzetmişlerdi. Onlara göre
Samanyolu, "Bir saman hırsızının bıraktıkları izlerdi". Bu sebeple
eski Türkler bu yola, "Saman oğrısı" yani "Saman hırsızı"
derlerdi.
İslâmiyeti kabul eden Türkler, bu yolun güneydoğuya, yani Mekke'ye gittiğini
görerek, buna "Hacılar yolu" veya "Hac yolu" demeğe
başlamışlardı.
"Hacılar yolu" deyimi de, türkçeye farsçadan gelmiştir. Anadolu'da
söylenen, "Samancı yolu, Samanlık yolu" deyimlerinin de ilim kaynağı
da, yine Fars edebiyatıdır. Fakat Anadolumuzda kullanılan iki önemli deyim
vardır ki, bunun üzerinde büyük bir dikkatle durulmalıdır. Bunlar da, "Gök
kapusu" ve "Gök yaruğı" sözleridir. Bu deyimler, Osmanlıların ilk çağlarında
da kullanılmıştı.
Anadolumuzda Samanyolu için söylenen "Gökdere" ile "Gökyolu" deyimleri. Eski
Türk mitolojisinin izlerini taşımaktadırlar. Az sonra vereceğimiz, "Ordu
yolu" adlı şiirin okunmasını tavsiye ederiz.
Bütün bunların üstünde Samanyolu için söylenen eski ve orijinal bir deyim
vardır ki, o da "Kuşlar yolu" veya "Kuş yolu"dur. Gerçekten de
Samanyolu, kuşların göçettikleri yönlere doğru uzanıp giden bir izdir. Bu
fikrin altında da, bir efsane ve mitolojik bir düşünce yatmaktadır. Bu
efsanelerden bazılarının özetlerini, ayrıca vereceğiz. Ortaasya'da doğan bu
mitolojik düşünceleri, bütün Batı Sibirya, Rusya ve Fin körfezine kadar
yayılmıştı. Meselâ Kazan Türklerinde, bu kuşların hangi kuşlar oldukları da
belirtilmiş ve Samanyolu'na "Yaban kazlarının yolu" denmişti. Bu
deyimle ilgili, bir sürü de efsane vardır.
Samanyolu, "Göğün dikiş yeri":
Kuşlar yolu deyimi, diğerlerine nazaran eski olmakla beraber, en eski türk
düşüncesini yansıtmaktan da uzaktır. Yakut Türklerinin bazı hikâyelerinde
Samanyolu, "Göğün dikiş yeri" olarak gösterilmektedir. Artık Yakutlar
bunu, bir kuş izi v.s. gibi görmemişlerdi. Bütün uzayı (Cosmos) bir parçası
gibi düşünen bazı Sibirya kavimleri de yok değildir.
Samanyolu, "Tanrının ayak izi":
Yine Yakut Türklerinin şu düşüncesi, yukarıdaki uzay fikrini geliştirmekte
ve bizi yeni bir fikire eriştirmektedir: "Tanrı, ilk olarak dünyayı
yaratmak istediği zaman, bir müddet gök yüzünde gezmek zorunda kalmış. İşte
gök yüzünde güzel bir cadde gibi parlayan bu Samanyolu, Tanrının o zamanki
ayak izlerinden başka bir şey değilmiş". Bizce bu düşünce, çok
önemlidir. Bu duruma göre, kuzey-doğudan güney-batıya doğru uzanan
Samanyolu, bize Tanrının hareket ve gidiş yönünü de vermektedir. Aşağıda,
yine Sanayolu ile ilgili olarak, Kuzey-batı Sibirya kavimlerinden ve
Macarların akrabaları olan Voğullardan, bazı efsane özetleri vereceğiz. Bu
efsanelerde Samanyolu, artık Tanrının değil de; Tanrının sembolleri olan
geyik ve avcının ayak izleridir. Yakutlar ise bunu, her türlü sembollerden
kurtulmuş, saf bir din düşünmesi olarak tasavvur etmişlerdir.
Samanyoluna "Ordu-yolu" denmesi:
Aşağıdaki efsane konu bakımından, Atilla ve oğulları ile ilgilidir. Fakat
ortaya çıkış tarihi, daha çok Macarların Ortaavrupa'ya gelişinden sonra
başlar. Ana motifler itibari ile, Macar mitolojisinin özelliklerini taşır.
Bununla beraber bu efsane, Macarlar tarafından değil; Transilvanya'da
oturan, Türk ve Macar karışımı Sekeller tarafından söylenmiştir. Ortaasya
tarihi ve Türk kültürü bakımından da, fevkalâde bir öneme sahiptir. Eski
Macar inanışlarına göre Macarlar, Ortaasya'ya yakın olan yurtlarından
Macaristan'a, göçerken, hep "Samanyolunu takip ederek" gelmişlerdi.
Bilindiği üzere Samanyolu, her memlekete göre az veya çok, yön değiştirir.
Güney Rusya'da ise Samanyolu, özellikle yaz aylarında, doğu ve batı yönleri
arasında uzanır: "Gerçekten Samanyolu burada, sanki Ortaasya ile Avrupa
arasında uzanan bir yolmuş gibi görülür. Büyük istilâlar ve göçler, hep bu
yol üzerinden yapılmıştır". Bilindiği üzere, Macarlar Ortaasya'dan Avrupa'ya
gelişleri, yine onların efsanelerine göre bir "Geyiği takip etme"
yolu ile olmuştu. Bu efsaneyi, geyikle ilgili bölümümüzde incelemiştik. Daha
sonra bu ana efsaneye, bir de Samanyolu motifi ilâve edilmiştir. Efsane
şöyledir:
SAMANYOLU, "ORDU YOLU"
Samanyoluna
Hunlar "Ordu yolu" demişler,
Batıya gelen Hunlar hep bu yoldan gelmişler,
Ortaasyalı'lara, Samanyolu yol olmuş,
Rüzgârdan atlılara, Avrupa hep kul olmuş.
Asya'dan ruhlar gelmiş güya Samanyolundan,
Avrupa'yı hep ezmiş, bu kahraman yolundan.
"Türk-Macar" asıllıdır, ünlü "Sekel" boyları,
Askeri akıllıdır, savaşçıdır soyları,
Sekeller bozulmuşlar, nasılsa bir savaşta,
Felekâti duymuşlar, akıl kalmamış başta.
Atillanın en küçük, er oğlu "Çaba" imiş,
Ama akılda büyük, tıpkı da baba imiş.
Gökten Samanyolundan Çaba'nın buyruğundan,
Erlerin ruhu gelmiş, Hunların ordusundan.
Ruhlar göklerden inmiş, kurtarmış Sekel'leri,
Düşman dağılıp sinmiş, almışlar bu illeri.
Doğu-Batı yoludur, kuzeyde Samanyolu,
Efsaneler doludur, Türklerin bir şan yolu.
Macarların, Asya'nın
kuzey-batısında yaşayan Vogul kavimi ile çok yakın ilişkileri olmuştu. Hatta
birçok Macarlar, kendilerinin Voğullarından geldiklerine inanmışlardı. Voğul
mitolojisinde, "Samanyolu" ile "Geyik" motifleri, yanyana gelmişlerdir.
Fakat bu efsaneler, çok mitolojiktirler. Ortaasya mitolojisi gibi gerçekçi,
açık ve duru da değillerdir. Bize göre Macarlar, mitolojilerinin köklerini,
yine Ortaasya'da aramalıdırlar. Voğul mitolojisi de, Ortaasya mitolojisinin
yan tesirleri ile meydana gelmiş, daha mistik ve daha karışık türlerinden
başka bir şey olmasa gerekti. Tanınmış türkolog Radlof da Kırgız efsaneleri
ile Sibirya efsanelerini karşılaştırırken, bu gerçeği söylemekten kendisini
alamamıştı.
Samanyolu, avcıların "Kayak izleri":
Bu inanış daha çok, Kuzey-Batı Sibirya'da oturan Vogul kavmi ile, Orta
Sibirya'daki Tunguz'lar arasında çok yaygındır. Bu bölgeler, senenin çoğu
zamanlarında, karla kaplıdır. Bu sebeple, böyle bir inanış ve söyleyiş,
normal görülmemelidir. Buradaki geyik tanrının bir sembolüdür. Ortaasya
efsanelerinde de bunu çok görüyoruz. Aynı motif Macarlarda da vardır. Fakat
Ortaasya ve dolayısı ile Macarların geyik efsaneleri, burada tam manası ile
dinî bir şekle bürünmüştür. Bunların hangisi orijinaldi? Elbette ki bu
efsane daha mitolojik idi. Fakat Radlof'un gayet haklı olarak dediği gibi,
bu bölge halklarının hayat düzeni böyle bir düşünceyi; güneydeki Türklerin
daha gerçekçi düşünce ve hayat düzeni ise, başka türlü bir mitolojiyi
meydana getiriyordu. Samanyolu ile ilgili birkaç efsaneyi, aşağıda
özetlemeği faydalı buluyoruz. Bu efsaneler, Türk mitolojisinin kuzey-batı
kanadının, uzak örnekleridirler:
Numi-Tarem adlı bir,
Tanrı varmış kuzeyde,
Altı ayağı olan, geyik yapmış yüzeyde.
Geyik hızla kosarmış, hiç kimse tutamazmış,
Göğü delip aşarken, hiç kimse bakamazmış.
Bir avcı kayak takmış, geyiği kovalamış,
İki ayağın kırmış, yine de tutamamış.
Bunun için göklerde, kayak izi doluymuş,
Kutsal kayak izleri, beyaz Samanyolu'ymuş!
Avcı tarafından öldürülen
geyiğin 7 yavrusu varmış. Diğer bir efsanedeki avcılar da, 7 kardeş imişler.
Vogul kavminin, daha doğrusu Fin-Ugor'ların büyük Tanrısı olan Numi-Tarem'in
de 7 tane oğlu vardı. Bütün insanlık, bu 7 oğuldan türemişti. Yakut
Türklerinin Yaratılış destanlarında da, "Tanrı, ilk defa 7 insan yaratmıştı
ve bütün insanlık da bu ilk 7 insandan meydana gelmişti". Bu da bize
gösteriyor ki, Türk mitolojisinin Doğu ve Batı kolları, ifade ve üslûp
değişikliklerine rağmen, yine de bir noktada birleşiyorlardı.
Samanyolu "Kuş yolu":
Bu fikir tam manası ile Türk mitolojisinin malı olan bir motiftir. Henüz
daha islâmiyetin ve dolayısı ile İran kültürünün tesirlerini iyice tatmamış
olan Türkler, genel olarak bu deyimi kullanırlardı. Samanyoluna,
Kırgızlar'ın "Kuş Colı" Türkmen'lerin de "Kuşlar yolı" demelerinin
nedeni de buradan geliyordu. Kazan Türkleri ise Samanyoluna, "Kiyik kaz yulı"
yani "Yabanî kaz yolu" derlerdi. Kazan Türkleri bu bakımdan, Türk
lehçelerinin uzak bir kolu olan Çuvaş'lar ve dolayısı ile, Fin-Ugor
kavimleri ile birleşmişlerdi. Aşağıda özetini vereceğimiz Voğul efsanesi de,
böyle bir düşünce düzeninin bir mahsülüdür.
Görüşümüze göre böyle bir düşüncenin, Kazan Türklerinden Çuvaş ve Vogul'lara
geçmiş olması, daha muhtemeldi. Yukarıda da gösterdiğimiz gibi, Samanyolu
hakkında voğullara hâkim olan düşünce, daha çok "Geyik" ve "Avcı" motifleri
üzerinde toplanıyordu. Kazan'da ve Çuvaşlarda ise, "Yaban kazlarının uçuş
yolu", birinci derecede bir rol oynuyordu. Görülüyor ki, bu düşünce tarzı,
Ortaasya'dan başlıyor, Güney Rusya Türk kavimlerinde yayılarak, kuzeydeki
Fin halklarını bile sarıyordu. Bu inanışın çok geri ve mitolojik bir
anlatılışı olan, Vogul efsanelerinden birinin özetini, aşağıya veriyoruz:
Bahadır bir ev varmış
çok çok eski çağlarda,
Bazan gökte uçarmış, avlanırmış dağlarda.
Samanyolundan gelir, bahar olunca kuşlar,
Aynı yoldan gidermiş, artık gelince kışlar.
Er kuzeye kaçarmış, iyi günlerde yazın,
Samanyolundan uçar, göçer gelirmiş kışın.
Bu efsanede de görülüyor
ki, Samanyolunun ötesinde "Hayat suyu" ve bir nevi "Cennet"
vardı. Aynı zamanda Samanyolu, ruhların ötesine ve Tanrıya giden bir yoldu. |